6 Şubat 2014 Perşembe

Osmanlı İmparatorluğu (Osmanlıca: دَوْلَتِ عَلِيّهٔ عُثمَانِیّه Devlet-i Aliyye-i Osmâniyye[6][7]) 1299-1922 yılları arasında varlığını sürdürmüş Türk ve İslam devleti. Doğu Avrupa, Güneybatı Asya ve Kuzey Afrika'ya kadar topraklarını genişletmiş ve 16. yüzyılda dünyanın en güçlü imparatorluğu halini almıştır. Arnold Joseph Toynbee gibi bazı tarihçiler Türkiye'nin tek ardıl devlet sayılması gerektiğini savunurlar.[8]
Osmanlı İmparatorluğu pek çok tarih uzmanınca, Müslümanların/Türklerin Rumlarla ve Bizans devletinin diğer Ortodoks-Hıristiyan halkları olan Sırplar, Bulgarlar, Arnavutlar vb. ile evlendiği, Hıristiyanların ise Yeniçeri ordusuna alınarak Müslümanlaştığı ve Türkleştiği böylelikle Türk tarihinin Bizans/Doğu Roma tarihi ile karıştığı dönem olarak görülür.
Devletin kurucusu ve Osmanlı Hanedanının atası olan Osman Gazi, Oğuzların Bozok kolunun Kayı boyundandır.[9] Devlet, Bilecik ilinin Söğüt ilçesinde kurulmuştur. Osmanlı Devleti'nin bağımsız bir devlet olarak tarih sahnesine çıkması yaygın kabule göre 1299 yılında olmuştur. Ancak Prof. Dr. Halil İnalcık ve bazı diğer akademisyenler, Osmanlı Devleti'nin 1299'da Söğüt'te değil 1302'de Yalova'da Bizans'a karşı yaptığı Koyunhisar Muharebesi sonrasında devlet niteliğini kazandığını iddia ederler.[10][11] İstanbul ile sınırlı bir şehir devletine dönüşmüş olan Doğu Roma (Bizans) İmparatorluğu'nu yıkmış, bazı tarihçilere göre bu Yeni Çağ'ı başlatan olay olmuştur. Osmanlı İmparatorluğu gücünün doruğunda olduğu 16. ve 17. yüzyıllarda üç kıtaya yayılmış ve Güneydoğu Avrupa, Orta Doğu ve Kuzey Afrika'nın büyük bölümünü egemenliği altında tutmuştur. Ülkenin sınırları batıda Cebelitarık Boğazı ve 1553'te Fas kıyıları'na, doğuda Hazar Denizi ve Basra Körfezi'ne, kuzeyde Avusturya, Macaristan ve Ukrayna'nın bir bölümüne ve güneyde Sudan, Eritre, Somali ve Yemen'e uzanmaktaydı.[12] Osmanlı İmparatorluğu 29 eyaletten ve özerlik tanınmış olan Boğdan, Erdel ve Eflak prensliklerinden oluşmaktaydı. Devlet zaman zaman denizaşırı topraklarda da söz sahibi olmuştur. Atlantik Okyanusu'ndaki kısa süreli toprak kazanımları Lanzarote[13] (1585), Madeira (1617), Vestmannaeyjar[14] (1627) ve Lundy[15](1655) bu duruma örnek olarak gösterilebilir.
Devlet altı yüzyıl boyunca Doğu dünyası ile Batı dünyası arasında bir köprü işlevi görmüştür. Hâkimiyeti altında bulunan topraklarda yaşayan halklar zaman zaman, toplu ya da yerel ayaklanmalar ile Osmanlı iktidarına karşı çıkmışlardır. Genel olarak din, dil ve ırk ayrımından uzak durduğu için yüzyıllarca birçok devleti ve milleti hakimiyeti altında tutmayı başarmıştır.[16] Osmanlı İmparatorluğu, eski Türk örf ve adetlerinin ve İslam kültürünün yükümlülüklerinin doğrultusunda bir yönetim şekli belirlemiştir.[17] Osmanlı İmparatorluğu'nun siyasi yapısında ve hukuk kurallarının oluşumunda İslam dininin belirleyici bir rol oynaması, Osmanlı İmparatorluğu'nun "islam devleti", dolayısıyla bir "din devleti" olarak nitelenmesine neden olmuştur.[18]

İsim

Osmanlı İmparatorluğu, Osmanlıca'da Devlet-i ʿAliyye-yi ʿOsmâniyye ([دَوْلَتِ عَلِيّهٔ عُثمَانِیّه], veya alternatif olarak Osmanlı Devleti [عثمانلى دولتى]) olarak anılmıştır.[7] Cumhuriyet sonrasında kullanılan Türkçe'de ise Osmanlı Devleti veya Osmanlı İmparatorluğu olarak bilinir. 19. yüzyıldan önceki İngilizce kaynaklarda ise Turkey ya da Turkish Empire şeklindeki kullanımlara rastlanır.[19] Günümüzde modern Türkiye için de Turkey kullanımının yaygın olmasının yanı sıra Republic of Turkey kullanımıyla, Osmanlı İmparatorluğu dönemi ile Cumhuriyet dönemi birbirinden ayrılır.

Tarihçe

Osmanlı İmparatorluğu belirli tarihsel dönemlere ayrılarak incelenir. Dönemler, Osmanlı Devleti'nin yönetim yapısına ve dünya siyasetindeki yerine göre belirlenmiştir. Toprak büyüklüğünü temel alan ayrıştırmalardan daha detaylı bir bakış açısına izin vermektedir.

Beylik dönemi

Beylik döneminin ne zaman başladığı belli değildir. Osman Gazi birliklerinin 1298 yılında İnegöl ve civarını fethetmesi sonucunda bağımsızlığını ilan etti[20]. Bu dönemde beylik dönemi sona ermiştir.
Moğol İmparatorluğu döneminde kaçan Süleyman Şah komutasındaki Kayılar ilk olarak 1227 yılında Anadolu'ya geldiler[21]. Anadolu Selçuklu Devleti hükümdarı Alaeddin Keykubad, Kayıları Karacadağ ve bölgesine yerleştirdi. Kayılar bu sırada 50.000 kişiydiler[20].Süleyman Şah'ın Fırat Nehri'nden geçerken, boğulması üzerine, Kayı Boyu'na mensup bazı kişiler Erzurum ve Erzincan civarına göç ettiler.[21] Bazıları da Suriye ve yeniden anayurtlarına göç etti.
Ertuğrul Gazi ise Söğüt ve civarına yerleşti. Bu sırada buraları fethetti. Ertuğrul Gazi yaklaşık 1000 km2 civarı bir toprak fethetmişti[22]. Ertuğrul Gazi tahminen 90 ya da 83 yaşında ölmüştü.[23][24] Aşiret Osman Bey'i seçti. Osman Gazi, devlete adını vermiştir.

Kuruluş (1299–1453)

Ana madde: Osmanlı İmparatorluğu kuruluş dönemi
1299 yılına gelindiğinde Anadolu'da hüküm süren Anadolu Selçuklu Devleti yıkılma süreci içindeydi. Bu yıllarda Osman Bey, yakın arkadaşları ile birlikte Bilecik, Yarhisar ve İnegöl'ü fethetti. 1301'de Yenişehir fethedildi. Osmanlı Beyliği, 1299'da resmen kuruldu.[22] (Bunun yanı sıra tarihçilerin bazıları beyliği kuruluşunu 1301 kabul eder. Halil İnalcık'a göre ise beylik 1302'de gerçekleşen Koyunhisar Savaşı ile kurulmuştur.[22][25]) 1302'de Bizans İmparatorluğu kuvvetleri, Osman Bey'i durdurmak için yola çıktı. Osman Bey, Bizans İmparatorluğu ile yaptığı ilk savaş olarak kabul edilen Koyunhisar Muharebesi'nin kazananı oldu.[26]
Akçakoca Bey İlk Kumandanlardan
I. Osman Osmanlı Devleti Kurucusu
Konur Alp İlk Kumandanlardan
1326'da Osman Bey, Bursa'yı kuşattı. Fakat kendisinin rahatsızlanması üzerine kuşatmaya Orhan Bey devam etti. Aynı yıl Bursa fethedildi ve başkent yapıldı.[27] Döneminde kendi adına para bastırarak beyliği devlet haline getirdi.[28] 1329'da III. Andronikos'un başında bulunduğu Bizans ordusu ile yaptığı Pelekanon Muharebesi'ni kazandı.[29] 1331'de İznik'i, 1337'de İzmit'i topraklarına kattı.[30][31] Ayrıca kendisinin döneminde devletin sınırları, komşu Türk beyliklerinin toprakları yönünde de genişlemeye başladı. 1345'te Karesioğulları Beyliği Osmanlı egemenliği altına girdi. Böylece Osmanlı, hem beyliğin donanmasından yararlandı, hem de Rumeli'ye geçiş için alınması gereken önemli bazı noktalara sahip oldu.[32] 1352'de, taht kavgaları ile mücadele eden Bizans yöneticilerinden Kantakuzen'e isteği üzerine yardım kuvveti gönderen Orhan Bey, yardımın karşılığı olarak Gelibolu Yarımadası'nda bulunan Çimpe Kalesi'nin sahibi oldu.[33] Çimpe Kalesi'nin ele geçirilmesi ile Osmanlı Devleti, ilk Rumeli toprağını kazandı.[34]
Orhan Bey'den sonra yerine I. Murad geçti. Murad Hüdavendigâr olarak da bilinen I. Murad, Osmanlı topraklarını Balkanlar yönünde genişletmeyi sürdürdü. İlk olarak Edirne yakınlarında yapılan Sazlıdere Savaşı ile Türk ilerleyişini durdurmak isteyen bir Bizans-Bulgar ordusunu yenilgiye uğrattı ve zaferin ardından Edirne'yi ele geçirdi. Kısa bir süre sonra, Edirne'yi geri almak isteyen Macar, Sırp, Bulgar, Eflâk ve Bosna birleşik ordusu ile Edirne yakınlarında karşılaştı. Yapılan Sırpsındığı Savaşı'nda karşı tarafı yenilgiye uğrattı. Döneminde, Bulgaristan, Yunanistan ve Sırbistan'ı ele geçirmeyi başardı. Döneminde, Hamitoğulları Beyliği'nden para karşılığı Akşehir, Yalvaç, Beyşehir, Seydişehir, Karaağaç, Eğirdir ve Isparta'yı; Germiyanoğulları Beyliği'nden çeyiz yoluyla Kütahya, Simav, Tavşanlı ve Emet'i aldı.[35] Balkan ve Avrupa devletlerinin Osmanlı'nın Avrupa yönündeki ilerlemesini durdurma çabaları I. Kosova Muharebesi ile devam etti. Osmanlı, savaşın kazananı oldu. Fakat I. Murad savaşın bitmesinin ardından şehit edildi.[36]
I. Murad'ın I. Kosova Savaşı sonrasında şehit edilmesi üzerine Osmanlı tahtına daha sonraları Yıldırım Bayezid olarakta tanınacak olan I. Bayezid geçti. I. Bayezid, Balkanlar'ın yanı sıra Anadolu'da siyasi birlik sağlama çabasına girişti. Bu kapsamda Aydınoğulları, Germiyanoğulları, Hamitoğulları, Menteşeoğulları ve Saruhanoğulları beyliklerini topraklarına kattı.[37] 1392'de Candaroğulları topraklarını ele geçirdi.[38] Saltanatı süresince dört kez İstanbul'u abluka altına aldı. Bunlardan üçüncüsünü 1396 yılında yaptı fakat Haçlı ordusunun Niğbolu'ya kadar gelmesi üzerine ablukayı kaldırdı.[39] Eylül 1396'da yapılan Niğbolu Savaşı'nı kazandı.[40] Savaşın ardından İstanbul'u dördüncü kez abluka altına aldı fakat bu albukayı da doğuda beliren Timur tehlikesi sebebiyle kaldırdı.[41] Çin'e sefer düzenlemek isteyen ve batısında güçlü bir devlet barındırmak istemeyen Timur, daha önceleri savaşarak yenilgiye uğrattığı Karakoyunlu ile Celayirîli hükümdarlarının Osmanlı'ya sığınmasını ve istediği şartların kabul edilmemesini ileri sürerek Osmanlı'ya savaş açtı. İki ordu, Ankara'nın Çubuk Ovası'nda karşılaştı. 1402'de yapılan Ankara Savaşı'nda Yıldırım Bayezid, kendisine bağlı Türk beylerinin Timur'un tarafına geçmesininde etkisi ile de yenilgiye uğradı; oğullarından Mustafa ve Musa ile birlikte Timur'a esir düştü.[37][42] Yıldırım, 1403'te Akşehir'de vefat etti.[42] Timur, Yıldırım'ın vefatı üzerine Musa'yı serbest bıraktı.[42]
I. Mehmed, Fetret Devri'ne son verdi
Yıldırım Bayezid'in esir düşmesi ve esaret hayatındaki ölümünden sonra, oğulları İsa, Mehmed, Musa ve Süleyman arasında taht kavgaları başladı. Fetret Devri adıyla bilenen dönemin başında Timur, Yıldırım tarafından ele geçirilen Anadolu beylerine eski topraklarında yeniden bağımsız beylikler kurdurdu.[42] Tahtın sahibi olmak için şehzadeler arasında yapılan mücadelelerde ilk olarak Musa, İsa tarafından mücadelenin dışına atıldı ve ilk olarak Germiyanoğulları'na, ardından Karamanoğulları'na sığındı.[42] 1406 yılında İsa, Mehmed'in tarafını tutan askerler tarafından öldürüldü.[42] Böylece mücadele Süleyman ve Mehmed arasında devam etmeye başladı; Süleyman, devletin Rumeli yakasının, Mehmed, Anadolu yakasının yöneticisi oldu.[42] İki kardeş arasında süren çatışmalar sırasında Musa, yeniden harekete geçti ve 1411'de Süleyman Çelebi'nin bulunduğu Edirne'ye baskın yaptı.[42] Aynı yıl Süleyman öldürüldü. 1411'den sonra çarpışmalar, Mehmed ve Musa arasında sürmeye başladı.[42] İki kardeş arasındaki mücadele, 1413 yılında Mehmed'in Musa'yı öldürtmesi ile sonlandı ve Fetret Devri noktalanmış oldu. Aynı yıl Mehmed, I. Mehmed unvanı ile Osmanlı tahtına oturdu. Saltanatı sırasında Ankara Savaşı sonrası Anadolu'da yitirilen toprakların birçoğunu yeniden ele geçirdi.[42] Döneminde Venedikliler ile yapılan ilk deniz savaşı, başarısızlıkla sonuçlandı.[43] Şeyh Bedrettin, Börklüce Mustafa ve Torlak Kemal isyanlarını bastırdı. Saltanatın sonlarında, Timur tarafından esir edilen kardeşi Mustafa olduğunu iddia eden bir kişinin kendisini Osmanlı padişahı ilan etmesi üzerine, bu sorun ile uğraştı ve Mustafa'nın üzerine yürüdü. Mustafa, yenilmesinin üzerine Bizans'a sığındı.[44] I. Mehmed, 1421 yılına gelindiğinde vefat etti.[42]
I. Mehmed'in vefatı üzerine tahta II. Murad çıktı. I. Mehmed'in ölümü üzerine Bizans tarafından serbest bırakılan Mustafa, II. Murad'ın saltanatının başında Düzmece Mustafa İsyanı olarak bilinen isyanı çıkardı. Mustafa, 1422'de yakalandı ve idam edilerek isyan sonlandırıldı.[45] Aynı yıl İstanbul'u kuşattı fakat başarılı olamadı.[46] İki tarafda teknolojik bakımdan tamamen birbirine eşdi ve Türkler "bombardıman taşlarını almak için" barikat kurmak zorunda kalmışlardı.[46] Yine aynı yıl kendisinin kardeşi Küçük Mustafa'da tahta geçmek için isyan etti. İsyan, birkaç ay içinde bastırıldı.[47] Döneminde, Aydınoğulları, Germiyanoğulları, Menteşeoğulları ve Tekeoğulları tamamen Osmanlı egemenliği altına girdi.[48] 1444'te Macarlar ile Edirne-Segedin Antlaşması'nı imzaladı. Antlaşmaya göre, tarafların on yıl boyunca savaşmamaları kararlaştırıldı.[49] Barışın hemen ardından yerini kendi isteği ile on iki yaşındaki oğlu II. Mehmed'e bıraktı.[50] Osmanlı tahtının henüz on iki yaşındaki şehzadeye kalmasını fırsat olarak değerlendiren Haçlı birliği, Edirne-Segedin Antlaşması'nı yok sayarak Osmanlı'ya savaş açtı. Kasım 1444'te gerçekleştirilen Varna Muharebesi için II. Murad tekrar ordunun başına geçti ve bu muharebeyi kazandı.[50] Ancak, savaşın hemen ardından tekrar tahta geçmedi; ikinci kez tahta geçmesi 1446 yılında gerçekleşti. 1448'de Osmanlı'nın Balkan hakimiyetine son vermek amacıyla kendisine saldıran Eflak ve Macaristan orduları ile II. Kosova Muharebesi'sini yaptı; muharebenin kazananı oldu.[51] 1451 yılına gelindiğinde vefat etti.[52] Vefatının üzerine tahta tekrar oğlu II. Mehmed geçti.

Yükselme (1453–1683)

Ana madde: Osmanlı Devleti Yükselme Dönemi

Yayılma ve doruk noktası (1453–1566)

II. Mehmed, İstanbul'un Fethi sırasında gemileri karadan yürütürken
Babasının ölümü üzerine tahta çıkan II. Mehmed, ilk iş olarak babasının Venedikliler, Cenevizler, Macarlar ve Sırplar ile yaptığı barış anlaşmalarını yeniledi.[53] Ardından İstanbul'u kuşattı, 29 Mayıs 1453'te şehri fethetti ve ülkenin başkenti yaptı. Böylece Ortodoks Kilisesi'ni de himayesi altına aldı. Fetih, tarihçiler tarafından Orta Çağ'ın sonu ve Yeni Çağ'ın başlangıcı sayılan olaylardan biri olarak kabul eder. 1460'da Mora Despotluğu'na, 1461'de Trabzon Rum İmparatorluğu'na son verdi. Balkanlar'da Osmanlı topraklarını genişletmeye devam etti. 1468'de, Karamanoğulları Beyliği'ni ortadan kaldırdı. Karamanoğulları'nı koruyan ve Venedik'le işbirliği yapan Akkoyunlu hükümdarı Uzun HasanOtlukbeli Savaşı'nda yendi. Böylece devletin sınırlarını Fırat Nehri'nin batısındaki Anadolu topraklarına kadar genişletmiş oldu. Girit hariç Ege Denizi'ndeki tüm adalardaki Venedik hakimiyetini sonlandırdı. Sadrazam Gedik Ahmed Paşa'nın Toroslar'ı ve Akdeniz kıyılarını ele geçirmesiyle Memlûklar ile sınır komşusu oldu. Yine Gedik Ahmet Paşa'nın Kırım'a yaptığı seferler ile Kefe, Sudak ve Kırım Hanlığı, Osmanlı himayesine girdi. Böylece Karadeniz'deki Ceneviz hakimiyeti sonlandırıldı ve deniz, bir Türk gölü haline geldi. II. Mehmed, döneminde çıkardığı kanunları Fatih Kanunnamesi adıyla kitaplaştırdı. 1480'de düzenlenen Otranto Seferi sonucunda Napoli Krallığı'nın elinde bulunan Otranto, Osmanlı topraklarına katıldı. Fakat 1481'de II. Mehmed'in vefatı sonucunda sefer yarım kaldı. Osmanlı birliklerinin geri çekilmesi üzerine Otranto, Napoli Krallığı tarafından yeniden ele geçirildi.
II. Mehmed'in ölümü üzerine tahta, Yeniçerilerin desteği alan II. Bayezid geçti. Fakat kardeşi Cem, kendisinin padişahlığını tanımadı: Böylece iki kardeş arasında taht mücadelesi başladı.[54] Bayezid, Cem'i yenilgiye uğrattı. Bunun üzerine Cem, sırasıyla Memlûklar'a, Rodos Şövalyeleri'ne ve papaya sığındı.[54] II. Bayezid, 1483'te Hersek'i, 1484'te Kili ve Akkerman'ı Osmanlı topraklarına kattı. Döneminde, Memlûklar ile yapılan savaş sonuçsuz kaldı.[55] Cem'in 1495'te ölümünden sonra Avrupa'da seferler yapmaya devam etti.[54] Venedikliler ile 1499-1503 yılları arasında yaptığı savaşlar sonucunda devlete Modon, Koron, Navarin ve İnebahtı limanlarını kazandırdı; ülkeyi vergiye bağladı. 1500'lerin başında güçlenmeye başlayan Safeviler, Anadolu'da Şii mezhebini yaymak için çalışmaya başladı. Bu çalışmalar sonucunda 1511'de Osmanlı'ya karşı Şahkulu İsyanı çıktı.[56] İsyan, aynı yıl Şahkulu'nun yakalanıp öldürülmesi ile bastırıldı.[57] Nisan 1512'de, baskılar sonucunda tahtı oğlu Selim'e bırakmak zorunda kaldı. Olaydan bir ay sonra ise vefat etti.
Mohaç Muharebesi'ni anlatan bir çizim[58]
Daha sonradan Yavuz Sultan Selim adıyla da anılacak olan I. Selim, babasının döneminde başlayan Şii tehdidine karşı mücadeleye girişti. Safeviler ile yaptığı Çaldıran Muharebesi'ni kazandı ve ülkenin başkenti Tebriz'e kadar ilerledi.[59] Bundan sonra, Memlûklar'a karşı harekete geçti. Yapılan Mercidabık ve Ridaniye Muharebeleri sonrasında Memlüklüleri yıkarak Suriye, Filistin ve Mısır'ı devletin topraklarına kattı.[60][61] Hicaz'ı, egemenlik altına altına aldı ve devleti Hint Okyanusu'na açılma olanağına kavuşturdu.[62] Peygamber Muhammed'in Kutsal Emanetler olarak kabul edilen eşyaları İstanbul'a getirtti ve hilafetin Osmanlı Hanedanı'na geçmesini sağladı. Böylece halife unvanını kullanan ilk Osmanlı padişahı olmuş oldu.[63] 1520'de, batıya sefer düzenlemek amacıyla yola çıktığı sırada Edirne'de vefat etti.
Babasının ölümü üzerine tahta çıkan I. Süleyman, saltanatının ilk yıllarında Belgrad'ı ve Rodos'u fethetti.[64][65] Macaristan ile yaptığı Mohaç Muhrebesi sonucunda krallığı kendisine bağlı bir hale getirdi. Ardından 1529'da Avusturya'nın başkenti olan Viyana'yı kuşattı; ancak başarısız oldu.[66] 1533'te Cezayir hükümdarı Barbaros Hayreddin Paşa, İstanbul'a geldi ve imparatorluğun hizmetine girdi.[67] Bir sonraki yıl ise Kaptan-ı derya olarak görevlendirildi.[67] Aynı yıl Süleyman, Bağdat ve Tebriz'i imparatorluğun topraklarına kattı.[68] 1536'da, Fransa ile ittifak kurdu;[69] bu ittifakın bir parçası olarak yapılan Nice ve Korsika kuşatmalarını yaptı (İtalya Savaşı).[70][71] I. Süleyman batıda Muhteşem Süleyman, doğuda Kanuni Sultan Süleyman olarak tanındı. 1565 yılında Malta'yı kuşatsa da, kuşatma başarısız oldu. Saltanatının son yıllarında, üç kıtaya yayılan imparatorluğunun topraklarında yaşayan insan sayısı 15 milyona ulaştı.[72][73]

Krizler ve değişim (1566–1683)

Bu dönem, Osmanlıların büyük bir güç olmaya devam ettiği, lakin eski gücünde olmadığının sinyalleri vermeye başladığı dönemdir. Yavaş yavaş Avrupalılara karşı prestij kaybı yaşadı. 1606 yılında imzalanan Zitvatorok Antlaşması, bunun bir göstergesidir. Değişen ticaret yolları ve gelişen Avrupa teknolojisi, Osmanlıların Avrupalılar karşısında güç kaybetmesine neden olmuştur.
Bu dönemde yapılan savaşlar, Avrupalılar'a Osmanlı'nın "yenilemez" olmadığını göstermiştir. Her ne kadar İnebahtı Deniz Muharebesi'nden sonra çabucak toparlanılmış olsa da, Avrupalılar Osmanlı'nın yenilebileceğini anlamıştır. Ruslara yapılan seferler istenen etkiyi yapamadı. Hatta Molodi Savaşı'ndan sonra, Ruslar güçlenmelerini hızlandırarak sürdürmüşlerdir. Bu yüzden Duraklama Dönemi'nden itibaren Ruslar, Osmanlılar dağılana kadar, Osmanlıların en büyük düşmanı olacaktır. 1593 yılındaki savaş, Osmanlı'yı hem ekonomik hem de askerî açıdan zayıflattı. Asker eksikliği giderilse de, ekonomik zayıflık Celali ve Yeniçeri İsyanları'na neden oldu. IV. Murad döneminde daha çok Safevilerle uğraşıldı. Erivan ve Bağdat tekrar alındı (Osmanlı-Safevi Savaşı). Bu savaş sonunda imzalanan Kasr-ı Şirin Antlaşması ile, Osmanlı'nın dağılıncaya kadarki doğu sınırını büyük ölçüde belirlendi.
Bu dönemde, Osmanlı tarihinde ilk defa yeniçerilerin kaldırılması gündeme geldi. Ancak bunu düşünen Genç Osman, yeniçeriler tarafından öldürüldü. 1656 yılında Köprülü Mehmet Paşa’nın sadrazam olmasıyla, Kadınlar saltanatı sona erdi. Bu değişim, Köprülüler Devri'ni başlattı. Bu devirde, Osmanlı kaybettiği gücünü az da olsa geri kazanmıştır. 1683 yılındaki II. Viyana Kuşatması'yla beraber, Kutsal İttifak Savaşları başladı.

Ayanlar çağı: duraklama ve reform (1683–1827)

Ana madde: Osmanlı Devleti Duraklama Dönemi
Deneyimsiz kişilerin tahta geçmesi ile merkezi yönetimin bozulması sonucu, devlet yönetiminde otoritenin sarsılması, halkın devlete olan güveninin azalmasına ve iç isyanların çıkmasına neden olmuştur. Özellikle Yeniçeriler artık padişaha karşı gelmekteydi. Yeniçerilerdeki Ocak, devlet içindir anlayışı Devlet, ocak içindir anlayışına dönüşmüştür.
II. Viyana Kuşatması'nı (1683) anlatan bir çizim.
Avusturya ve İran seferleri sonucu oluşan ekonomik sıkıntılar, tımar sisteminin bozulması ve nüfus artışının yarattığı sosyal hayattaki sıkıntılar ve çağın gerisinde kalınması ile eğitim alanındaki bozulmalar sonucu devlet duraklama dönemine girmiştir. Coğrafi keşiflerle ticaret yollarının önem kaybetmesi, sık padişah değişmeleriyle çok verilen cülus bahşisi ve yeniçerilerin artmasıyla verilen ulufe miktarının da artması Osmanlı ekonomisini yıpratmıştır.
26 Ocak 1699 tarihinde Kutsal Roma Cermen İmparatorluğu ile imzalanan Karlofça Antlaşması, Osmanlı-Kutsal ittifak Savaşları'nı bitirdi. Karlofça Antlaşması, Osmanlı Devleti'nin toprak kaybettiği ilk antlaşmadır. Bu tarihten sonra Osmanlı Devleti'nin gerileme dönemi başlamıştır. Papa tarafından Osmanlı Devleti'ne karşı Kutsal Roma-Cermen İmparatorluğu, Avusturya, Lehistan, Rusya, Maltalı Sen Jean Şövalyeleri ve Venediklilerden oluşan bir ittifak ile uzun süren savaşlar sonunda yorgun düşen Osmanlı Devleti, Banat ve Temeşvar hariç bütün Macaristan'ı ve Erdel Prensliği'ni Avusturya'ya, Ukrayna'nın kuzeyini ve Podolya'ı Lehistan'a, Mora'yı ve Dalmaçya kıyılarını Venediklilere bırakmıştır.
Celali ayaklanmaları, Osmanlı toprak düzenini büyük ölçüde değiştirmiş, ağır vergiler yüzünden ya da “Büyük Kaçgun” sırasında yerlerinden olan çiftçilerin toprakları mültezimlerin ya da yerel yöneticilerin eline geçmiştir. Vergiler yüzünden borca giren köylüler, işledikleri toprakları sonunda tefecilere kaptırdılar. Osmanlı toprak düzeninin bel kemiği olan tımar sistemi bozuldu. Büyük nüfus hareketleri ortaya çıktı ve kentlere büyük göçler oldu. Tarımsal üretim geriledi ve kıtlık tarım ürünleri fiyatlarının yükselmesine yol açtı. On binlerce insan yaşamını yitirdi ve pek çok yerleşim yeri yıkıma uğradı. Osmanlı'da ilmiyenin bozulması da Osmanlı'yı geriletti. Avrupa'daki gelişmelerin (Reform, Rönesans) takip edilmemesi Osmanlı için bir dezavantaj olmuştur.
Osmanlı Devleti'nin eğitim sisteminin bozulmasının nedeni Beşik Ulemalığı denilen sistemin ortaya çıkmış olmasıdır.Bu sisteme göre müderrislerin yeni doğan çocukları doğduğu andan itibaren medrese öğretmeni sayılıyordu.

Gerileme ve modernleşme hareketleri (1828–1908)

Gazi Halife, Sultan III. Selim,Selīm-i sālis Han, سليم ثالث
Ana madde: Osmanlı Devleti Gerileme Dönemi
Osmanlı Devleti Gerileme Dönemi, Osmanlı tarihinde Karlofça Antlaşması’ndan (1699) başlayarak, Yaş Antlaşması'na kadar (1792) geçen süreye denir. Bu dönemin sonlarına doğru, Osmanlı Devleti'ne Avrupalılar tarafından "Hasta Adam" denmeye başlanmıştır. Çünkü bu dönemde Osmanlı Devleti, büyük oranda toprak kayıpları yaşamıştır.
Bu dönemde Karlofça ve İstanbul Antlaşmaları’yla kaybedilen yerleri geri almak ve mevcut toprakları korumak amacıyla batıda Avusturya ve Venedik, kuzeyde Rusya ve doğuda İran ile savaşlar yapılmıştır.
Bu yüzyılda Avrupa’dan geri kalındığı Pasarofça Antlaşması’ndan itibaren kabul edilmiş ve yapılan ıslahatlarda Avrupa örnek alınmıştır.
Bu yüzyıl başlarında Osmanlı Devleti, kaybettiği toprakları geri alarak Avrupa'da tutunmayı ve eski gücünü korumayı amaçlamıştır. Ancak bir süre sonra bu amacına ulaşamayacağını anlayınca elindeki toprakları koruma politikası izlemeye başlamıştır.

Dağılma (1908–1922)

I. Dünya savaşı öncesi Osmanlı Devleti ve sahip olduğu bölgeleri
Ana madde: Osmanlı Devleti Dağılma Dönemi
Osmanlı Devleti Avrupalı devletlerin kendi aralarındaki çıkar çatışmalarından yararlanıp denge politikası izleyerek varlığını uzun süre korumuştur. Dağılmayı önlemek için Osmanlı devlet yönetiminde ıslahata yönelik çalışmalar yapılmış ise de, Avrupa'da çıkan isyanlar ve uzun süren Rus savaşları ile iyice yıpranmıştı. I. Dünya Savaşı sonunda da dağılmaktan kurtulamamıştır.

Devlet yapısı

Ana maddeler: Osmanlı devlet teşkilatı ve Osmanlı padişahları listesi
I. Osman'dan V. Mehmed'e Osmanlı İmparatorluğu padişahları montajı.
Osmanlı İmparatorluğu varolduğundan beri mutlak monarşi ile yönetilirdi. Sultan hiyerarşik Osmanlı sisteminde ve siyasi, askeri, hukuki, sosyal ve çeşitli başlıklarda en üstteydi. Teorik olarak sadece Allah'a ve yerine getirmesi gereken Allah’ın yasaları (İslam’daki şeriat)'na sorumluydu. Onun ilahi görevi İran-İslam başlıklarına yansıtılan "Allah’ın yeryüzündeki gölgesi" (zill Allah fi’l-âlem) ve "yeryüzünün halifesi" (halife-i ru-yi zemin) olmaktı.[74] Tüm devlet dairesi onun hükmündeydi ve verdiği her karar ferman adı verilen kararnamede yayımlanırdı. Başkomutandı ve tüm yurttaki resmi unvanıydı.[75] 1453'te İstanbul'un Fethi’nden sonra kendilerini Roma İmparatorluğu'nun varisi olarak görürlerdi bu nedenle ara sıra Kayser ve İmparator unvanını kullanırlardı.[74][76][77] 1517’de Mısır’ın Fethi'nden sonra I. Selim, halife unvanını da benimsedi. Böylece evrensel Müslüman hükümdarı olduğunu iddia etti. Yakın zamanlarda Osmanlı hükümdarları tahta çıkmada Avrupa hükümdarlarının taç giyme törenine eşdeğer olarak Osman’ın Kılıcı ile kuşatılırdı.[78] Kuşatılmayan sultanın çocukları verasete uygun değildi.[79]
Teoride ve ilkelerde teokratik ve salt olmasına rağmen, uygulamada padişah’ın yetkileri sınırlıydı. Siyasi kararlarda hanedanın önemli üyelerinin görüş ve tutumlarını dikkate alırdı, bürokratik ve askeri kuruluşlarda aynı zamanda dini liderlerdi.[75] 17. yüzyıldan bu yana, imparatorluk uzun süren durgunluk dönemine girdi, bu dönemde sultanlar çok güçsüzleştiler. Birçoğu güçlü Yeniçeri Ocağı tarafından tahttan indirildi. Tahta geçmesi yasaklı[80] olmasına rağmen Harem-özellikle hükümdarın annesi (Valide Sultan olarak da bilinir)- sahne arkası önemli politik rollerde kadınlar saltanatı dönemi boyunca etkili oldu.[81]
Sultanların azalan güçleri ilk sultanların ve sonrakilerin saltanat uzunluklarının farklılığından dolayı kanıtlandı. I. Süleyman, imparatorluğu 16. yüzyılda doruk noktasına çıkaran, 46 yıllık saltanatı olan, Osmanlı tarihinin en uzunuydu. V. Murat, 19. yüzyıl gerileme dönemine hükmeden, kayıtlardaki en kısa saltanattı: saltanatı sadece 93 gün sürdü. Parlamenter monarşi, V. Murat'ın varisi II. Abdülhamit zamanında resmileşti.[82] 2009'dan beri Osmanlı hanedanının başı ve Osmanlı tahtının sahibi Abdülmecit’in büyük torunu Bayezid Osman’dır.[83]

Divan-ı Humayun

Osmanlı Devleti kurulduğunda bir divan vardı ve belli başlı üyeleri bulunmaktaydı. Bunlar: Padişah, Sadrazam, Vezir-i Azam, Rumeli ve Anadolu Kazasker'leri, Defterdar, Şeyhülislam, Kaptan-ı Derya ve Nişancı idi.
Fatih Sultan Mehmet'ten sonra Vezir-i Azamların görüşlerini daha rahat söylemesi için padişahlar toplantıları arka tarafta bir bölümden izlemiş, divana Vezir-i Azam başkanlık yapmıştır. Bu meclis Osmanlı Devleti'nin yönetiminde Padişaha yardımcı olurdu.
Vezir-i Azam (Sadrazam): Padişahtan sonraki en yetkili devlet adamıdır. Padişahın mührünü taşırdı.
Vezir: Sadrazamdan sonraki en yetkili kişidir. Sadrazamın verdiği görevleri yapardı.
Kazasker: Anadolu ve Rumeli'de olmak üzere iki ayrı kazasker bulunurdu. Adalet işlerine bakardı. Ayrıca kadı ve müderrislerin atamasını ya da görevden alma işini yapardı. Bugünkü yargı görevini yaparlardı.
Defterdar: Anadolu ve Rumeli'de iki ayrı defterdar vardı. Rumeli'deki baş defterdardı. Maliye işlerini yapardı. Bugünkü Maliye bakanlığı görevini yürütürdü.
Nişancı: Tapu, kadastro, fethedilen yerleri gelirlerine göre deftere kaydetmek işlerini yürütürdü.
Şeyhülislam: Devlet'te iken verilen kararların İslam'a uygun olup olmadığına karar verir, bu karara fetva denirdi. Sadrazamla eşit rütbedeydi. Şeyhülislam, divan aslî üyesi değildi, gerekli görülen konularda çağrılır ve fikri alınırdı.
Kaptan-ı Derya: Donanma ve denizcilikle ilgili işlerden sorumludur. İstanbul'dayken Divan toplantılarına katılırdı. Kaptan-ı Derya da aslî üye değildi, gerekli görülen konularda çağrılır ve fikri sorulurdu.
Divan-ı Hümayun II .Mahmud dönemi'de kaldırılarak yerine nazırlıklar (bakanlıklar) kuruldu.

İdari bölümler

Ana madde: Osmanlı İmparatorluğu'nun idari bölünüşü
Osmanlı İmparatorluğu'nda ilk idarî birimler olarak sancaklara bölünmüştü. Çoğu sancak, sancak beyi tarafından yönetilmekteydi. Bir kısmı ise şehzadeler, ve onların lalaları tarafından yönetilmekteydi. Sancaklar da kazalardan ve nahiyelerden oluşmaktaydı. Ülkenin genişlemesiyle, sancakların birleşimiyle oluşacak olan beylerbeyliği kuruldu. İlk kurulan beylerbeyliği, Rumeli Beylerbeyliği'dir. 16. yüzyıldan itibaren, beylerbeyliği kelimesi yerine eyalet kelimesi kullanılmaya başlandı. Eyaletler sâlyâneli (yıllıklı) ve sâlyânesiz (yıllıksız) olmak üzere ikiye ayrılmaktaydı. Sâlyânesiz eyaletler Has, Zeamet ve Tımar olmak üzere üç dirlik arazisine bölünmüştü. Tımar dirliğinde, ordunun uzun süre ordusunun ana gücü olan Tımarlı Sipahiler yetiştirilmişti. Sâlyâneli eyaletler, genellikle devletin doğrudan kontrol edemediği, merkeze uzak eyaletlerdi. Bu eyaletler dirliğe ayrılmazdı; vergilerini doğrudan para olarak merkeze gönderirlerdi. Burada daimi Yeniçeri garnizonları olurdu.
19. yüzyılda eyalet yapısı değişmeye başladı. 1864 yılında eyalet sistemi tamamiyle yıkılarak, yerine vilayet sistemi getirildi. Bu sistem, cumhuriyet dönemindeki idarî bölünüşün temelini attı.

Hukuk

Ana madde: Osmanlı hukuku
Devlet, varlığı süresince birçok hukuk düzenini sentezlemiş ve Osmanlı hukukunu oluşturmuştur. Kanun, genellikle laik bir düzene sahiptir. Ancak Şer'i, dini hukukla da uyumluydu.[84]Hukuk kuralları yerel özelliklere göre de esneklik gösteriyordu. Toprakların yönetimi ve sivil düzen konusunda yerel idareye haklar tanınıyordu. Böylelikle imparatorluk içindeki birçok unsurun adalet anlayışına cevap veriliyordu.[85]Beşeri ve Örfi hukuk olmak üzere iki tür hukuk vardır. Beşeri hukuk kanunlar çerçevesinde oluşan hukuk sistemidir. Örfi hukuk ise İslam dininin esasları üzerine kuruluydu.

Ordu

Osmanlı zırhı (1480-1500).
Ana madde: Osmanlı Askeri Teşkilatı
Osmanlı ordu teşkilatı Anadolu Selçukluları, İlhanlılar ve Memluklular devletlerinin askeri teşkilat yapılarından belirli ölçülerde yararlanılarak kurulmuştur.
Osmanlı Devleti Ordusu'nun Başkomutanlık görevini Hakanlar yapmışlardır.
Yaya ve atlılardan oluşturulan ordunun atsız kısmı "yaya”, süvarileri ise "müsellem” şeklinde adlandırılmıştı. Kapıkulu Ocakları'nın kuruluşuna kadar savaşlarda fiili olarak hizmet gördüler.
Osmanlı Devleti'nin temeli atılırken süvari olan beylik kuvvetlerinin yerine vezir Alâaddin Paşa ile Kadı Cendereli Kara Halil'in tavsiyeleriyle Türk gençlerinden oluşan ayrı ayrı biner kişilik yaya ve müsellem isimleriyle muvazzaf ade ve süvari kuvveti kuruldu.

Kara kuvvetleri

Ana madde: Osmanlı Ordusu
Yaya ve müsellemlerin temelini attığı ordu teşkilatı zamanla kuvvet ve sınıflara ayrılmıştır. Osmanlı ordusu başlıca 3 ana kuvvetten oluşmaktadır. Bunlar; Kapıkulu Ocağı, Eyalet Askerleri ve Akıncılardır.
Kapıkulu Ocağı, Osmanlı Devleti'nin daimi ordusunu oluşturan ve doğrudan padişaha bağlı olan yaya, atlı ve teknik sınıftan asker ocaklarına verilen addır. Kapıkulu ocaklarının kurulmasından önceki dönemde Osmanlı Devleti'nin askeri gücünü yayalar ve müsellemler oluşturuyordu.
Eyalet Askerleri, devletin Tımar'a ayrılmış bölgelerinde yetişmiş askerlerdi. Kapıkulu Askerleri gibi barış zamanında da askerlik yapmazlardı. Sadece savaş sırasında askerlik yaparlardı.

Donanma

Ana madde: Osmanlı Donanması
Osmanlı imparatorluğu'nun deniz kuvvetleri olan Donanma-yı Hümâyûn, XIV. yüzyılda kuruldu.[67][86] Osmanlı Devleti, 1323 yılında Karamürsel'i fethederek denize ulaştı, Karamürsel Bey komutasında ilk donanma oluşturuldu ve Kocaeli'nde yapılan savaşlarda denizden destek sağlandı.[87][88] 1327 yılında Karamürsel'de ilk Osmanlı tersanesi kuruldu ve böylece deniz gücünün kurumsallaşma çalışmaları başladı.[67] Osmanlı donanmasında hiyerarşik sisteme geçildi, ilk Derya Beyi (Donanma Komutanı), Karamürsel Bey oldu.[88] 1337 yılında Kocaeli ele geçirildi; böylece 1353 yılında gerçekleşecek olan Rumeli'ye geçişin önü açıldı.[67] Bundan sonra donanmanın merkezi sırasıyla İzmit, Gelibolu ve son olarak da İstanbul oldu.[67][89]
İnebahtı Deniz Savaşı'nı anlatan bir çizim.
İstanbul'un fethinde II. Mehmed, donanmadan yararlandı.[89] Karadeniz'de ve Akdeniz'de etkisi artan Osmanlı donanması, Mısır seferinde Osmanlı kuvvetlerine lojistik destek sağladı.[67][89] 1538 yılında Preveze Deniz Muharebesi kazanıldı. Bundan sonra Cerbe Deniz Muharebesi de kazanıldı, Malta kuşatıldı ancak bir şey elde edilemedi. Osmanlı donanmasını büyütmek için birçok tersane kuruldu, ihtiyaç duyulan malzemeler Kocaeli'den, Biga'dan, Samsun'dan, Kastamonu'dan ve Aydın'dan getiriliyordu.[86][90] Kaptan-ı Deryalara gelenek olarak Cezayir beylerbeyliği verilirdi.[86] Tersane-i Amire'nin bulunduğu Kasımpaşa'nın inzibat sorumlusu donanma idi. Gelibolu, Akdeniz adaları ve İzmir'in bazı yerleri Osmanlı kaptanlarına dirlik olarak verilirdi.[91]
16. yüzyılda Hint Okyanusu'nda Portekiz Krallığı'na karşı Hadım Süleyman Paşa ve Piri Reis komutasında seferler düzenlendiyse de, Portekiz donanması üstün geldi ve Piri Reis idam edildi.[92] İnebahtı Savaşı'ndan sonra ağır kayıplar veren Osmanlı donanması, kayıplarını telafi etmeyi başardı.[93] Osmanlı İmparatorluğu, duraklama döneminden itibaren deniz ticaretinde Avrupalı devletlerden geri kaldı.[89] XVIII. Yüzyılda Mezomorto Hüseyin Paşa'nın girişimleri ile donanmada reform yapıldı.[67][86][A] Fakat denizlerde ciddi bir üstünlük sağlanamadı. 1773 yılında Cezayirli Gazi Hasan Paşa'nın Kaptan-ı derya olmasıyla Bahriye Mektebi açıldı, burada modern eğitim verilmeye başlandı ve 1776 yılında Tersane-i Amire'nin yakınlarında ikinci Bahriye Mektebi olarak Hendesehane-i Bahri açıldı.[94] 19. Yüzyıl'da Osmanlı İmparatorluğu, Fransa'nın Mısır Seferi'nde İngiliz donanmasından yardım aldı. Bundan sonra III. Selim'in reformlarını devam ettiren II. Mahmut devrinde donanma, 1827 yılında Navarin'de imha edildi.[95] II. Mahmut döneminde ABD'li mühendislerin yardımlarıyla reformlar devam etti, Osmanlı tersanelerine modern deniz sanayi girdi ve dönemin en büyük savaş gemisi unvanını elinde tutan Mahmudiye de o dönemde denize indirildi. II. Mahmut'un ölümünden sonra bu mühendisler İstanbul'u terketmek zorunda bırakıldı[95], tahta çıkan Abdülmecit döneminde, 1840 yılında Bahriye meclisi kuruldu ve modern donanma çalışmaları devam etti. İlk denizcilik şirketi Şirket-i Hayriye de bu dönemde kurulmuştu. Abdülaziz döneminde ise, 1867 yılında Bahriye Nazırlığı kuruldu. Abdülaziz döneminde devam eden reformlar ile yabancı ülkelerden çok sayıda modern savaş gemisi satın alındı. 1878'den itibaren II. Abdülhamit'in güvensizliği sonucu donanma, Haliç'te terkedildi ve denize açılmadı.[89][95] 1897 Osmanlı-Yunan Savaşı'nda Osmanlı donanması kendini gösteremedi, 1909 yılında Donanma Cemiyeti'nin çabaları ile modern donanma çalışmaları halkın bağışlarıyla devam etti.[67][89] Bu cemiyetin çabaları ile çok sayıda modern savaş gemisi satın alındı, Alman subaylardan oluşan bir heyet ile reform çalışmaları canlandı. Trablusgarp Savaşı'nda ve Balkan Savaşları'nda Osmanlı donanması etkinlik gösterdi, fakat I. Dünya Savaşı'nda Ege Denizi'nde sınırlı faaliyet göstermek zorunda kaldı, Çanakkale Deniz Savaşları'nda başarılı oldu.[67][96] Donanma, I. Dünya Savaşı'nın ardından, Marmara Denizi'nde İtilaf kuvvetlerinin kontrolü altına girdi.[67]

Hava kuvvetleri

Ana madde: Osmanlı tayyare bölükleri
Harbiye Nazırı Mahmut Şevket Paşa tarafından 1909'da ilk adım atılan Osmanlı askerî havacılığı, resmi olarak 1 Haziran 1911 tarihinde Fen Kıtaları Müstahkem Genel Müfettişliği 2. Şubesi bünyesinde Havacılık Komisyonu adıyla faaliyete geçirilmiştir. Havacılık Komisyonu'nun temellerini Fransa’dan satın alınan biri 25, biri de 50 beygirlik iki uçak oluşturmuştur.

Toplum yapısı

Ana madde: Osmanlı toplumu
Toplum asker ve reaya olmak üzere iki farklı tabakadan oluşmaktaydı. Asker dışındaki halk, "reaya", devlete vergi ödemekteydi.Osmanlı siyasal uygulamasında asker ve reaya kesin kurallarla ayrılmıştı.[97]Toplumsal köken, yetişme koşulları ve resmi görev bakımından askeri sınıf: kılıç ve kalem ehli olarak ikiye ayrılmaktaydı.[98] Halk ise müslüman ve müslüman olmayan "millet"lerden oluşuyordu. [99]Gayri müslimler ayrıca "cizye" vergisi ödemek dışında toplumdan bir ayrıma tabi değildi. Müslüman toplumun yaşantısı şeriat ile şekillenirken farklı milletlerin din ve örflerine göre mahalli yaşam tarzlarını koruma imkanı vardı.[100]

Ekonomi

Ana madde: Osmanlı İktisâdi Yapısı
20 kuruş banknot (1852)
Son padişaha kadar bütün Osmanlı paralarının üzerinde Kostantiniye ibaresi kullanılmıştır. Kurtuluş Savaşı'nda Yunanların bunu ilk Doğu Roma İmparatoru I. Konstantin yerine Yunan Kralı I. Konstantin'i kastederek kullanmaları üzerine kullanılmasından vazgeçilmiştir.
Osmanlıda merkezi otoritenin her yerde etkin olmasını sağlayan, devlet hazinesinden para harcanmadan asker yetiştirilen ve toprağın işlenmesini de sağlarken en uç beylere kadar güvenliği taşıyabilen bir sistem vardi. Buna Tımar sistemi deniyordu. Reayaya verilen toprakları 3 yıl bekletmeksizin işlemesi ve kazancından bir kısmıyla da tımarlı sipahileri yetiştirmesi gerekiyordu. Böylece devlet hazinesi de azalmıyor, üstüne üstlük her an savaşa hazır asker yetişmiş oluyordu.[kaynak belirtilmeli]
Osmanlıda ki bir başka yapı da taşraydı. Başkent dışındaki her yer taşra olarak isimlendiriliyordu.[kaynak belirtilmeli]

Diplomasi ve Uluslararası İlişkiler

Ana madde: Osmanlı İmparatorluğunda Diplomasi

Demografi

Ana madde: Osmanlı İmparatorluğu demografisi

Dil

Devletin resmi dili Türkçe'dir. Uluslarası yazışmalar Türkçe'dir. Yerel yönetimlerde ise Türkçe ve bölgenin yerel dili resmi işlerde yürürlükte olan dildir. Bu diller Arapça, Arnavutça, Berberice, Boşnakça, Bulgarca, Ermenice, Farsça, Hırvatça, Kürtçe, Macarca, Rumca/Yunanca, Rusça, Sırpça ve birçok yerel dildir. Merkezi ilgilendiren konularda Türkçe, yereli ilgilendiren konularda yerel dil kullanılmştır.
Bilim dili olarak Türkçe ve Arapça kullanılmıştır.
Edebiyat dili olarak Türkçe ve Farsça kullanılmıştır.

Din

Ana madde: Osmanlı İmparatorluğu'nda din
Osmanlı Devleti'nde İslamiyet baskın din olmakla birlikte, İslam inancında "semavi dinler" olarak kabul edilen Musevilik ve Hıristiyanlık dinlerinin mensupları, millet sistemi sayesinde o dönemde batı ülkelerinde azınlık dinlerine gösterilen hoşgörünün üzerinde bir rahatlık içinde yaşamayı sürdürdüler. Hristiyanlığın Ortodoks ve Gregoryen kiliseleri millet sistemi içinde meşru bir şekilde örgütlenmiş durumdaydı. Bu inançlara mensup kişiler, kendi dini kurallarına göre yargılanırdı.
Buna karşılık millet sistemine dahil olmayan dinlerin, devlet içinde meşru bir varlığı bulunmuyordu.

İslam

Ana madde: Hilafet
Hilafet veya Halifelik, İslami siyasi ve hukuki yönetim makamına ve yönetime verilen isimdir. Halife ise Hilafet makamındaki kişiye denir. İslamiyet Peygamberi Muhammed'in ölümünden sonra makam bir süre daha bir yönetim biçimi olarak varlığını sürdürmüş olsa da zamanla daha çok İslami bir toplumu veya İslam Devleti'ni vurgulamak için kullanılan bir terim olmuştur.
Halifelik daha çok müslümanların Sünnî kanadının temsilcisi olarak kabul görmüştür. Şiî kanadı büyük ölçüde Sünnî hilafet yönetimi altında yaşasa da Halife'yi kabul etmemişlerdir. Halifeliği Şiî'likteki ya da Alevilik'teki İmamet'ten farklı kabul etmek gerekir. İmamet teokratik bir özellik taşımasına rağmen, Halifelik teokratik bir özellik taşımamıştır. Halifeler yetkilerini saltanat dahi olsa Ümmet'in biat'ı ile devralmışlar, yönetim işlerini de büyük ölçüde danışmaya dayalı olarak yürütmüşlerdir. Bu anlamıyla teokratik olmaktan öte dünyevîdir.
Halife, ilk zamanlarda İslam toplumunda ilerigelenlerin seçimiyle başa geldiği halde, Emevi ailesine geçmesinin ardından saltanat şeklini almıştır. Abbasi Hanedanı'ndan gelen halifelerin 10. yüzyılda zayıflamasına kadar devlet başkanı görevini yürüten halife, bu dönemde siyasi gücün yerel hükümdarların eline geçmesinin ardından sadece ruhani önder veya İslami toplulukların onursal lideri haline gelmiştir. Abbasiler döneminde Bağdat'ta yaşayan halife, Moğolların 1258 yılında Bağdat'ı yağmalamaları sonucunda Mısır'a Memluk himayesine kaçmış, 16. yüzyılın başında Yavuz Sultan Selim'in Memluklar'a son vermesiyle birlikte İstanbul'a taşınmıştır. Daha sonra Osmanlı Hanedanı'na geçen halifelik, 29 Ekim 1923'te Türkiye Cumhuriyeti'nin kurulmasıyla fiilen hilafetin olmamasına rağmen resmen halifeliğin varisi Türkiye olmuştur. 3 Mart 1924 tarihinde laiklik ilkesi gereğince halifelik Türkiye Büyük Millet Meclisi tarafından resmen kaldırılmıştır.

Musevilik ve Hristiyanlık

İslam inancında "semavi dinler" olarak kabul edilen Musevilik ve Hıristiyanlık dinlerinin mensupları, millet sistemi sayesinde o dönemde batı ülkelerinde azınlık dinlerine gösterilen hoşgörünün üzerinde bir rahatlık içinde yaşamayı sürdürdüler. Hristiyanlığın Ortodoks ve Gregoryen kiliseleri millet sistemi içinde meşru bir şekilde örgütlenmiş durumdaydı. Bu inançlara mensup kişiler, kendi dini kurallarına göre yargılanırdı.

Misyonerlik faaliyetleri

Ana madde: Osmanlı'da misyonerlik
1820 yılında başlayan ve Kurtuluş Savaşı'na sonuna kadar süren zaman içerisinde Osmanlı Devleti'nde misyonerlik faaliyetleri çok hızlı bir şekilde gelişmiştir. Misyonerlik faaliyetlerini bu denli başarılı olmasında şüphesiz Osmanlı Devleti'nin Islahat Fermanı ile verdiği ayrıcalıklar, kapitülasyon anlaşmaları ile verilen ayrıcalıklar ve Osmanlı Devleti'nin bölgelerine ilgi göstermemesi etkili olmuştur. Başlangıçta kendilerine Anadolu'da hedef bulamayan misyonerler daha sonra Ermenilere odaklanıp çalışmalarında başarılı olmuşlardır. Açtıkları okullardan mezun olanların başarılı olmaları bu okulların etkilerini artırmıştır. Hatta zamanla Müslüman Türkler dahi çocuklarını bu okullara göndermişlerdir.
Misyonerlerin genel hedef kitleleri, İslamiyet'in yaygın olduğu bölgeler olmuştur. Bu çalışma Osmanlı Devleti ile sınırlı kalmayıp Afrika Kıtası, Arap Yarımadası, İran ve Orta Asya halklarına yönelik bir çalışmadır.

Ulaşım ve Haberleşme

Eğitim

Kültür

Yeni Cami ve Eminönü pazarı, İstanbul, 1895'ler.
Ana madde: Osmanlı kültürü
Osmanlı Türkleri, kuruluş öncesi yüzyıllardan beri birlikte getirdikleri Arap ve Pers İslam kültürlerinin geleneklerinden ve dillerinden büyük ölçüde etkilenmişlerdi. Anadolu'ya yerleştikten sonra başta Yunan, Ermeni ve Yahudi olmak üzere yerli halkların kültürleriyle bir ölçüde kaynaştılar. Böylece eklektik tarzda bir Osmanlı kültürü ortaya çıktı. Özellikle İmparatorluk haline geldikten sonra diğer kültürlerle değişim süreklilik kazandı.
Osmanlılar farklı kültür ve dinlere karşı -o çağlara göre- büyük bir toleransa sahipti. Osmanlı Hanedanını yöneten erkekler, eşlerini çeşitli etnik gruplardan aldılar ve bu nedenle sultanlar karışık ırk ve kültürel mirasa sahip oldular.

Edebiyat

Ana madde: Osmanlı edebiyatı
Selçuklu Devleti'nin son yıllarında, bu devletin yıkılmasından sonra ve Osmanlı Devleti'nin başlangıç döneminde Anadolu beyliklerinin merkezinde Arapça ve Farsça'dan geniş bir çeviri hareketi gerçekleşti. Bu merkezlerde ilk yapıtlarını veren yazarlardan daha sonra Osmanlı sarayınca korunan oldu.[101] Garipname (1330) mesnevisinin sahibi olan ve Yunus Emre yolunda ilahileri bulunan Kırşehirli Aşık Paşa, İlhanlılar'ın Anadolu valisi Timurtaş'ın vezirlerindendi. Süheyl-ü nevbahar (1350) mesnevisinin sahibi Hoca Mesut, Kelile ve Dimne çevirisini Aydınoğulları beyliğinde kaleme almıştı. Hüsrev ü Şirin (1367) mesnevisinin yazarı Fahri, Aydınoğulları beyliğinde yetişmişti. Hurşidname (1387) mesnevisinin sahibi Şeyhoğlu Mustafa, İskendername (1390), Cemşid ü Hurşid (1403) mesnevilerinin sahibi Ahmedi, Divan 'ı ve Çengname (1402-1411) mesnevileriyle tanınan Ahmet Dai, Hüsrev ü Şirin (1421-1429) mesnevisinin sahibi Şeyhi, Germiyanoğulları beyliğinde yetişmişti. Bu dönemde özellikle İran şairlerinin kaside ve gazellerinde işlenen içki, aşk, tasavvuf, eğlence konuları, onların kullandıkları imgeler, başvurdukları benzetmeler Türkçeye aktarıldı. Gene bu örneklere dayanan aşk, serüven, tasavvuf konularıyla ilgili mesneviler yazılıyordu. Ancak uzun ünlüsü olmayan Türkçenin aruz veznine uydurulması güçlükler yaratıyordu. Böyle olduğu halde başlangıçta Türkçe sözcüklere, deyimlere hatta atasözlerine şiirde geniş yer veriliyordu. Halk diliyle kahramanlık işleyen yapıtlar, dinsel edebiyat ürünleri de vardı. Tokat kalesi dizdarı Arif Ali, I. Murat için Danişmentname 'yi (1311, gününüze ulaşan yazması 1577) kaleme almıştı. Aynı nitelikli dinsel-destansı yapıtlardan Battalname ve Saltukname metinleri sonraki yüzyılın ürünleri arasındadır.[102] Ahmedi'nin kardeşi Hamzavi'nin gene aynı nitelikli Hamzaviname'si din ve kahramanlık konularını birlikte işleyen, halk diliyle yazılmış yapıtlardandır. Sadrettin'in Destan-ı geyik, Destan-ı ejderha 'sı, Tursun Fakih'in Kıssa-i mukaffa, Gazavat-i emir ül-müminin Ali 'si, Beypazarlı Maazoğlu Hasan'ın Feth-i kale-i Selasil, Cenadil kalesi cengi gibi yapıtları halk kitapları arasındadır.

Mimari

Ana madde: Osmanlı mimarisi
Erken dönem mimarisinde, yapılar ağırlıklı olarak İznik, Bursa ve Edirne şehirlerinde yer aldı. Yapılar daha çok Bizans mimarisi ve Selçuklu mimarisi etkilerini taşısa da, bu dönemde bir sonraki döneme dayanak oluşturacak fikirlerin ilk uygulamaları gerçekleşti. Bu uygulamalardan birisi, yapılarda kubbe kullanılması pratiğidir.
İstanbul'un Fethi'den itibaren, mimari eserler İstanbul'da yoğunlaşmaya başladı. Bu dönemde daha çok yüksek ve görkemli yapılar inşa edildi. Bu yapılar daha çok dinî yapılar ve kamu binalarıydı.
Lâle Devri'yle beraber, batılılaşmanın etkisiyle batılı tarzda binalar yapılmaya başlandı. Bu dönemde Boğaz kıyısına köşk yapma modası ortaya çıktı.

Süs sanatları

Ana maddeler: Osmanlı minyatür sanatı ve Osmanlı hat sanatı

Sahne sanatları

Mutfak

Ana madde: Osmanlı mutfağı

Bilim ve teknoloji

Osmanlı tarihi boyunca, Osmanlılar diğer kültürlerden çevrilen elyazması kitaplar ile geniş bir kütüphane koleksiyonu oluşturmayı başardı.[103] Yerli ve yabancı el yazmaları arzusunun büyük bir kısmı 15. yüzyılda geldi. II. Mehmed Trabzonlu Yunan bilim adamı Georgios Amirutzes'e coğrafya kitabı Batlamyusu tercüme ettirdi ve Osmanlı eğitim kurumları için kullanılabilir hale getirtti. Başka bir örnek ise aslen Semerkandlı gökbilimci, matematikçi ve fizikçi olan Ali Kuşçu; iki medresede profesördü, ve İstanbul'da sadece ölümünden önceki 2 ya da 3 yılını yaşamasına rağmen yazıları ve öğrencilerinin faaliyetleri sonucu Osmanlı çevrelerini etkiledi.[104]
1577'de Takiyüddin 1580'e kadar astronomik gözlem yapacağı Takiyüddin'in Rasathanesini kurdu. Güneş yörüngesinin dışmerkezliğini ve apsis'in yıllık hareketini hesapladı.[105] Rasathanesi 1580'de yıkıldı.[106]
1660'da Osmanlı bilim adamı Tezkireci Köse İbrahim Efendi Noël Duret'in 1637'de yazdığı Fransızca astronomik çalışmasını Arapçaya çevirdi.[107]
Şerafeddin Sabuncuoğlu ilk cerrahi atlas yazarı ve İslam tıbbının son majörü. Çalışmaları büyük ölçüde Ebû'l-Kasım Zehrâvi'nin Al-Tasrif'ine dayansa da Sabuncuoğlu kendine ait birçok yenilik getirdi. Kadın cerrahlar da ilk defa resimlendirilmiştir.[108]
Dakika ölçen ilk saat örneği Osmanlı saatçisi Meshur Sheyh Dede tarafından 1702'de yapıldı.[109]

Daglılma Dönemi Ayrıntılı Anlatıyoruz...

Dağılma (1908–1922)

I. Dünya savaşı öncesi Osmanlı Devleti ve sahip olduğu bölgeleri
Ana madde: Osmanlı Devleti Dağılma Dönemi
Osmanlı Devleti Avrupalı devletlerin kendi aralarındaki çıkar çatışmalarından yararlanıp denge politikası izleyerek varlığını uzun süre korumuştur. Dağılmayı önlemek için Osmanlı devlet yönetiminde ıslahata yönelik çalışmalar yapılmış ise de, Avrupa'da çıkan isyanlar ve uzun süren Rus savaşları ile iyice yıpranmıştı. I. Dünya Savaşı sonunda da dağılmaktan kurtulamamıştır.

Ayastefanos Antlaşması

Vikipedi, özgür ansiklopedi
Ayastefanos (Yeşilköy) Antlaşması
Bulgaristan - Ayastefanos (1878).png
Ayastefanos Antlaşması'na göre Bulgaristan'ın sınırları
Çeşit Barış Antlaşması
İmzalanma 3 Mart, 1878
Yer Yeşilköy, İstanbul
İmzacı
devletler
Flag of Russian Empire for private use (1914–1917) 3.svg Rusya İmparatorluğu
Osmanlı İmparatorluğu Osmanlı İmparatorluğu
Dilleri Rusça, Osmanlı Türkçesi
Ayastefanos Antlaşması'nın imzalandığı konak
Ayastefanos Antlaşması, 93 Harbi (1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı) sonunda imzalanan barış antlaşmasıdır.
93 Harbi olarak da bilinen 1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı, Osmanlı İmparatorluğu'nun yenilgisiyle sonuçlandı. Rus ordusu, batıdan Yeşilköy'e (eski adı Ayastefanos), doğudan Erzurum’a kadar geldi. Osmanlı İmpartorluğu, barış istedi. Rus orduları başkomutanı Nikolay, barış esaslarının mütarekeyle birlikte görüşülmesi şartıyla bu isteği kabul etti ve 3 Mart 1878’de İstanbul'un Yeşilköy semtinde Osmanlı Devleti açısından ağır koşullar içeren bu antlaşma imzalandı. Buna göre;
  1. Sırbistan, Karadağ ve Romanya tam bağımsızlık kazanacak ve sınırları genişletilecek.
  2. Büyük bir Bulgaristan Prensliği kurulacak, Prensliğin sınırları Tuna'dan Ege'ye, Trakya'dan Arnavutluk'a uzanacak.
  3. Bosna-Hersek'e iç işlerinde bağımsızlık verilecek.
  4. Kars, Ardahan, Artvin, Batum, Doğubeyazıt ve Eleşkirt Rusya'ya verilecek.
  5. Teselya Yunanistan'a bırakılacak.
  6. Girit ve Ermenistan'da ıslahat yapılacak.
  7. Osmanlı Devleti Rusya'ya 30 bin ruble savaş tazminatı ödeyecekti.
Ancak bu antlaşma ile Rusya'nın Balkanlar'da tamamen hakim bir konuma gelmesi Batılı devletleri telaşlandırdı. Zira Rusların, Bulgaristan yolu ile sıcak denizlere inmeleri, Birleşik Krallık'ın Hindistan sömürgelerine ulaşmasına ve Avusturya-Macaristan'ın Bosna-Hersek'i ilhakına set çekmiş olacaktı. Osmanlılar bu tepkilerden yararlanarak Kıbrıs’ın idaresini Birleşik Krallık'a bırakmak koşuluyla Berlin'de yeni bir antlaşma (Berlin Antlaşması) zemini elde etmeye başardılar. Ayastefanos’un ağır şartlarını hafifleten Berlin Antlaşması ile Osmanlı Devleti'nin Balkanlar'daki varlığı bir süre daha devam etti.
Ayastefanos Antlaşması, Osmanlı devrinde Sevr Antlaşması gibi kâğıt üzerinde kalan bir antlaşmadır.

Sırp İsyanları

Vikipedi, özgür ansiklopedi
Sırp İsyanları, 19. yüzyılın başlarında Sırpların Osmanlı Devleti'ne karşı başlattıkları ve 1878 yılında Sırbistan'ın bağımsızlığıyla sonuçlanmış isyanlardır.

Osmanlı Sırpları

Ünlü Osmanlı Sırplarından sadrazam Sokollu Mehmet Paşa
Tarihsel Sırbistan topraklarının Osmanlı Devleti'ne katılması 14. yüzyılda başlamış 15. yüzyılın ortalarında tamamlanmıştır. Osmanlı Devleti'nin Sırbistan Prensliği'yle 1364 yılında yaptığı Sırpsındığı Muharebesi'nin ve 1389 yılındaki I. Kosova Muharebesi'nin Sırpların yenilgisiyle sonuçlanması Sırpları zayıflatmış ve birçok Sırp topraklarının Osmanlılara geçmesine neden olmuştur. Daha sonra 1402 yılında kurulan Sırp Despotluğu da 1456 yılındaki Belgrad Kuşatması'nda başkenti Belgrad'ı Osmanlılara kaptırdıktan sonra bir süre Macaristan Krallığı'nın vasallığı altında ayakta kaldıysa da 16. yüzyılın başlarında bu simgesel varlık ta tamamen ortadan kalkmıştır. Bu tarihten sonra 300 yıl boyunca Sırpların büyük bir bölümü Osmanlı Devleti vatandaşı olarak yaşamış, kendileri ait bir devletten yoksun kalmışlardır.
Osmanlı döneminde Sırplardan devşirme yöntemiyle devletin yüksek kademelerine ulaşmış birçok devlet adamı mevcuttur. Bunlardan en önemlisi kuşkusuz yükselme döneminde önce Kaptan-ı Deryalık ve sonra da 14 yıllık bir süreyle sadrazamlık yapmış olan Sokollu Mehmet Paşadır.

İsyanın nedenleri

Sırp isyanlarının nedenleri arasında aşağıdakiler gösterilebilir:

1804 ve 1815 isyanları

Sırp isyanlarının önderi Kara Yorgi
19. yüzyıl başlarında Avusturya ve Rusya, Sırbistan'da halkı Osmanlı egemenliğine karşı kışkırtma siyaseti uygulamaya başlamışlardı. Ayrıca buradaki yeniçeriler Müslüman ve Hıristiyan halka karşı çok kötü davranarak halkı iyice bezdiriyorlardı. Bu ortamda Sırplar sıradan bir çoban olan Kara Yorgi'nin önderliğinde ayaklandılar. Ruslardan da aldığı destekle Kara Yorgi 13 Aralık 1806’da Belgrad’a girdi. 1806-1812 Osmanlı-Rus Savaşı sırasında Belgrad Kara Yorgi'nin önderliğindeki isyancıların elinde kaldı. Osmanlı Devleti ve Rusya arasında imzalanan Bükreş Antlaşması ile Sırplara bazı imtiyazlar verildi. Osmanlılar Ruslarla yapılan barıştan sonra Sırbistan'daki isyancıları yenerek Belgrad'ı tekrar ellerine geçirdiler. Kara Yorgi 21 Eylül 1813'de diğer isyancılarla birlikte canını kurtarmak için Avusturya'ya kaçtı. Böylece ilk Sırp isyanı son bulmuş oldu.
Miloş Obrenoviç
Bağımsızlıklarını kazanmak isteyen Sırplar 1814 yılındaki Viyana Kongresi'ne bir heyet gönderdiler. Ancak bir sonuç alamayınca 1815 yılında Miloş Obrenoviç'in liderliği altında ikinci bir ayaklanma başlattılar ve hareketleri Ruslar tarafından desteklendi. Bu ayaklanma da başarısız oldu ama 1817 yılında Rusya ile yeni bir savaş istemeyen ve bölgeye yönelik muhtemel bir Rus müdahalesine engel olmak isteyen Osmanlı Devleti Sırplara bazı özerklik hakları vermeye razı oldu. Osmanlı valisi Maraşlı Ali Paşa Miloş Obrenoviç'le anlaşmaya vararak Sırbistan'ın içişlerinde bağımsız olmasını sağladı. Sırbistan'ın yönetimini ele geçiren Miloş Obrenoviç o sırada Sırbistan'a geri dönen ilk isyanın lideri Kara Yorgi'yi kendisine rakip olmasını önlemek için öldürttü. 1828-1829 Osmanlı-Rus Savaşını kaybeden Osmanlılar Ruslarla imzaladıkları Edirne Antlaşmasıyla Sırbistan'ın yarı bağımsız bir hale gelmesini kabullendiler. 1830 ve 1833 yıllarında Osmanlı padişahı II. Mahmut'un imzaladığı Hatt-ı Şeriflerle Miloş Obrenoviç'in elindeki topraklar arttırıldı ve kendisi Osmanlılar tarafından resmen Sırp prensi olarak resmen tanındı.

Sırbistan'ın bağımsızlığı

Aslında geçici süreyle de olsa ilk bağımsızlığı kazanan Sırplar olmuştu. 1804'ten 1813'e kadar süren birinci Sırp Ayaklanması'nda Sırplar Osmanlı devletinden bağımsız olmuşlardı. Yeniçeri dayıların İstanbul'dan görece bağımsızlıkla keyfen yönettiği ve bir Sırp için insanca yaşanabilecek bir yer olmayan Sırbistan'ın bağımsızlığı 1813'e kadar sürdü. 1821'de Yunanistan Mora yarımadasında bağımsız oldu. Sırp ayaklanmaları kadar acı ve etkili olmasa da Yunanistan'ın bağımsız olabilmesinin nedeni Batı'dan gördüğü yardımdı.
Sırbistan ayaklanmaları 1830'da Sırbistan'ın yarı-bağımsız olmasına yol açtı. Yine Batı desteğiyle 1867'de son Osmanlı kuvvetleri ülkeden çekildi. Doksanüç harbi sonucunda da yasal bağımsızlık ilan edildi(1878).
Sırpların kurduğu Sırbistan Prensliği bir süre Osmanlı Devleti'nin denetimi altında yaşadı. 1839 yılına kadar Sırbistan'ı Miloş Obrenoviç yönetti. Sonra yerini oğulları Milan Obrenoviç ve Mihailo Obrenoviç'e bıraktı. 1842 yılında Mihailo Obrenoviç bir isyan sonucu tahtan indirildi ve Kara Yorgi'nin küçük oğlu Aleksandar Karayorgeviç tahta çıktı. 1858 yılında Aleksandar Karayorgeviç de tahttan indirilince 78 yaşındaki Miloş Obrenoviç ilk prensliğinden 19 yıl sonra ikinci bir defa tahta çıktı. 1860 yılında ölene kadar Sırbistan'ın prensi olarak kaldı. Miloş Obrenoviç'in ölümünden sonra torunları Sırp Prensi olarak Sırbistan'ı yönetmeye devam ettiler.
1867 yılına kadar Osmanlılar Belgrad'da bir birlik bulundurmaya devam ediyorlardı. Ancak Osmanlılar 1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı'nı kaybedince Ruslarla imzaladıkları Berlin Antlaşması'yla Sırbistan'a tamamen bağımsızlığını vermeye mecbur kaldılar. 1882 yılında Sırbistan Krallığı ilan edildi. Miloş Obrenoviç'in torunları da kendilerini Sırbistan kralı ilan ettiler. Bu krallık 1918 yılında Yugoslavya kurulana kadar ayakta kaldı.

1806-1812 Osmanlı-Rus Savaşı

Vikipedi, özgür ansiklopedi
[1] [2] [3] [4] [5] [6]
1806-1812 Osmanlı-Rus Savaşı
Osmanlı-Rus Savaşları
Russian Fleet after the Battle of Athos by Alexey Bogolyubov)
Tarih 1806-1812
Bölge Eflak, Boğdan, Doğu Anadolu
Çanakkale boğazı
Sonuç Rus zaferi
Bükreş Antlaşması
Taraflar
Osmanlı İmparatorluğu Osmanlı İmparatorluğu Rusya İmparatorluğu Rusya İmparatorluğu
Komutanlar
Osmanlı İmparatorluğu Kör Yusuf Ziyaüddin Paşa
Osmanlı İmparatorluğu Keçiboynuzu İbrahim Hilmi Paşa
Osmanlı İmparatorluğu Seydi Ali Paşa
Osmanlı İmparatorluğu Laz Aziz Ahmed Paşa
Osmanlı İmparatorluğu Koca Hüsrev Mehmed Paşa
Rusya İmparatorluğu Aleksandr Prozorovski
Rusya İmparatorluğu Pyotr Bagration
Rusya İmparatorluğu Nikolay Kamenski
Rusya İmparatorluğu Mihail Kutuzov
1806-1812 Osmanlı-Rus Savaşı, Osmanlı İmparatorluğu ile Rusya arasında birçok cephede yapılmış savaştır. Napolyon Bonapart'ın önderliğindeki Fransa'nın Avrupa'da başlattığı savaşların (Napolyon savaşları) arka planında yer almıştır.
Osmanlı Padişahı III. Selim'in saltanatı döneminde 1792-1805 yılları arasında Osmanlı İmparatorluğu ve Rusya barış içinde yaşamışlardı. Hatta Osmanlı İmparatorluğu Mısır'ı işgal eden Fransa'ya karşı İngiltere ve Rusya ile işbirliği yaptı. 24 Eylül 1805 tarihinde Osmanlı İmparatorluğu Rusya ile mevcut ittifak antlaşmasını yeniledi. Ancak bu antlaşmanın imzasından kısa bir süre sonra Osmanlı İmparatorluğu ve Rusya arasında yeni bir anlaşmazlık çıktı. Rusya, Osmanlıların Rus yanlısı Alexander Muzuri (Eflak) ve Konstantin İpsilantis (Boğdan) voyvodaları görevden almasından hoşnut değildi. General Johann (Ivan) Michelson komutasındaki 40.000 civarında Rus askeri 11 Kasım 1806'da Dinyester'i geçerek Eflak ve Boğdan'a girdi. III. Selim 22 Aralık 1806 tarihinde boğazları kapattı ve Rusya'ya savaş ilan etti.

İlk çarpışmalar

Alexander I
1806 yılının Kasım ayında savaş ilan etmeden Eflak ve Boğdan'a giren ve karşısına düzenli bir Osmanlı kuvvetinin çıkamadığı Rus ordusu, kısa bir süre içerisinde Kili, Bender, Hotin ve Akkerman Kalesi gibi kalelerden kimini savaşla ve kimini de hileyle ele geçirdi. Bu kalelerin işgal edilmesinin ardından, İzmail Kalesi’nin de teslim olacağını zanneden Ruslar, kalenin önüne geldiklerinde beklemedikleri bir karşılık gördüler. Daha ilk çatışmada üç bin dolayındaki Rus birliği, altı yüz süvarisi bulunan ve kaleye yardıma gelmiş Pehlivan İbrahim Ağa tarafından bozguna ugradılar. Zaferin ardından Pehlivan İbrahim Ağa mirahor-ı evvel rütbesi ile, Kale muhafızı Kasım Paşa da vezirlik rütbesinin yanı sıra gazilik ünvanı ile ödüllendirildi. İzmail Kalesi'nin savunmasını saglamlastıran Pehlivan İbrahim Ağa beşyüz kadar atlısıyla binbeşyüz kişilik Rus süvari birliklerini İzmail’e dokuz saat mesafedeki Çamasuy Karyesi'nde bozguna ugrattı. 26 Ağustos 1807 tarihindeki mütarekeye kadar devam eden bir buçuk yıllık süreçte Pehlivan İbrahim Ağa, gönüllü birliklerin yanı sıra Veli Paşa, Karslı Ali Paşa ve Boşnak Abdullah Ağa gibi komutanların da yardımıyla İzmail Kalesindeki savunmasını sürdürdü ve düşmanı karşısında bir adım bile geri çekilmedi. Serdar-ı Ekrem olan sadrazam Keçiboynuzu İbrahim Hilmi Paşa komutasında Osmanlı ordusu ise, 12 Nisan 1807'de Bulgaristan'dan Tuna Nehri üzerinden Eflak topraklarına girerek Bükreş'e yöneldiyse de, Mikail Miloradoviç komutasındaki Rus ordusu tarafından 2 Haziran 1807 tarihinde Obileşti Muharebesi'nde püskürtüldü.
Doğu Cephesinde ise İvan Gudoviç komutasındaki 17.000 kişilik Rus birliği 18 Haziran 1807 tarihinde Arpaçay Muharebesi'nde Kör Yusuf Ziyaüddin Paşa komutasındaki yaklaşık 20.000 kişilik Türk birliğini mağlup etmeyi başardı. Bu iki muharebe sonucunda Batı ve Doğu cephelerinde durum sabitlendi.
Denizde ise Dmitry Senyavin'in komutanlığındaki Rus donanması, Seydi Ali Paşa (Yusuf Paşazade) komutasındaki Türk donanmasına üstünlük sağlamayı başardı. 22-23 Mayıs 1807 tarihlerinde Çanakkale Muharebesi'nde, 19-22 Haziran 1807 tarihlerinde de Limni Muharebesi'nde galip gelen Rus donanması Ege Denizi'nde hareket serbestisi kazandı.
Limni Deniz Savaşı Planı
Limni Deniz Savaşı

Kabakçı Mustafa İsyanı

Dosya:3 selim.jpg
III.Selim
Bu çarpışmalar sürerken İstanbul büyük bir siyasi kargaşa içine girdi. 29 Mayıs 1807 tarihinde Kabakçı Mustafa isyanı sonucu III. Selim Osmanlı tahtından indirilmiş ve yerine IV. Mustafa tahta geçmişti. IV. Mustafa'nın saltanatı boyunca Osmanlı sarayında büyük bir kargaşa yaşandı. Yeniçeriler saraya hakim oldular. 28 Temmuz 1808 yılında taht tekrar el değiştirdi. IV. Mustafa'nın yerine II. Mahmut tahta geçti.

Çarpışmaların yeniden başlaması

1807 yılında Fransa ile Tilsit Antlaşması'nı imzalayarak Fransa baskısını bir süreliğine bertaraf eden Rusya 28 Mart 1809 yılında Tuna cephesinden harekete geçti ve 2 yıla yakın süredir durmuş olan çatışmalar yeniden başladı. Johann (Ivan) Michelson'un Bükreş'de ölümünden sonra 1808 yılında onun yerine atanan Aleksandr Prozorovski komutasındaki Rus birlikleri Dobruca'yı işgale başladılar. Dobruca’yı geçen Rus ordusu ikiye ayrılıp, bir kısmı ile Varna’ya hareket ederken, diğer kısmı ile Osmanlı ordusu üzerine saldırmıştı. İbrail(Brăila)'i almakla görevlendirilen Mihail Kutuzov'un taaruzu reddetmesi üzerine Aleksandr Prozorovski bizzat kolordunun komutasını ele aldı. 17 Nisan'da İbrail(Brăila)'i yoğun bombardımana başlayan Rus ordusu, Aleksandr Prozorovski'nin emriyle 19 Nisan'ı 20 Nisan'a bağlayan gece taaruza geçti. Fakat hücum başarılı olmadı ve Rus ordusu büyük kayıp verdi. Hezimet nedeni ile Aleksandr Prozorovski histeri nöbetine tutuldu ve onu teskin etmeye çalışan Mihail Kutuzov'u başarısızlıktan sorumlu tutarak onu kolordu komutanlığından azletti. 7 Mayıs 1809 tarihinde İbrail(Brăila) kuşatmasını kaldırıp geri çekilen Aleksandr Prozorovski, 9 Ağustos 1809'da Tuna karargahında öldü. Çar I. Aleksandr (Rusya), onun yerine piyade ordusundan General Prens Pyotr Bagration'u atadı.
General Prens Pyotr Bagration'un ilk operasyonu, 14 Ağustos 1809 tarihinde Maçin (Măcin) kalesinin kuşatılması oldu. 18 Ağustos 1809'da kale garnizonu teslim oldu. 22 Ağustos tarihinde ise iki gün süren bombardımanın ardından Kirsova (Chirsova) kalesi Rusların eline geçmiş, böylelilikle Rus ordusu Tuna üzerinde seyyar bir köprü kurmaya başlamıştı.
Rus ilerleyişine engel olmak için harekete geçen Tuna komutanı Koca Hüsrev Mehmed Paşa’nın komutasındaki 12.000 kişilik Türk kolordusu 4 Eylül 1809 tarihinde Resvan’da Cernavoda Muharebesi Pyotr Bagration'un Rus birlikleri tarafından bozguna uğratıldı. Bu savaşın ardından bölgenin önemli kaleleri, kale muhafızlığını eski sadrazam Çelebi Mustafa Paşa'nın yaptığı İbrail kalesi ve İzmail kalesi sırasıyla 14 Eylül ve 21 Kasım'da düştü. İlerleyen Rus birlikleri 11 Eylül 1809 tarihinde Silistre'yi kuşattı. Silistre savunmasında görev yapan Pehlivan İbrahim Ağa’nın başarılı savunması ve yardıma gelen ayanlar ile sadrazamın Rusçuk’tan Silistre’ye doğru ilerlemesi Ruslar’ın Silistre önlerindeki istihkâmlarda küçük birlikler bırakarak, Silistre’ye iki saat mesafede Tuna'nın sol sahilinde bir mevkiye çekilmesiyle sonuçlanmıştı. Tepedelenli Ali Paşa’nın oğlu Muhtar Paşa’nın da yardıma gelmesi ile Pehlivan İbrahim Ağa kumandasındaki Osmanlı ordusu 10 Ekim'de Tatariçe Muharebesi'nde Rus birliklerini durdurmuş; Osmanlı ordusunda bine yakın şehit verilirken, Rus ordusunda 10 binin üzerinde ölü ve zâyiât vermiştir. Bu zaferden sonra 29 Ekim 1809 tarihinde İbrahim Ağa'ya vezirlik payesi verildi ve o günden sonra da "Baba Paşa" diye anılmaya başlandı. Muhtar Paşa da "Hızır Paşa" adını aldı. 23 Temmuz 1809 tarihinde Serdar-ı Ekrem Yusuf Ziya Paşa komutasında Rumeli’ye dogru harekete geçen Osmanlı ordusun ilerlemesiyle arkadan sarılma tehlikesini gören Rus ordusu önce Silistre’ye oradan da Eflâk’a çekilmek zorunda kalmış; buna karşılık Osmanlı ordusu, kış mevsiminin de etkisiyle 22 Kasım’da Şumnu Karargâhı’na geri dönmüş; Pehlivan İbrahim Ağa komutasındaki kuvvetlere ise Hacıoğlu Pazarcık adı verilen bölgede kışlaması Yusuf Ziya Paşa tarafından emredilmiştir. Yaklaşık altı, yedi aydır kuşatma altında bulunan İzmail ve İbrail Kaleleri’ne yardım gönderilemediğinden düşman eline geçtiği haberi Şumnu Karargâhı’na dönüldükten sonra haber alınmıştır.

Savaşın Bulgaristan'a yayılması ve Bâtın Muharebesi

1809 yılında Dobruca'nın denetimini eline geçiren Rus ordusu 1810 yılında, ordu kumandanlığını Pyotr Bagration'dan devralan Nikolay Kamenski'nin emriyle Bulgaristan'a yöneldi. Nikolay Kamenski, Silistre kuşatması görevini fransız göçmeni kolordu komutanı A.F.Langeron'a vermiş, kendisi de bizzat Rusçuk kuşatmasına katılmaya karar vermiştir. 1810 Mayıs'tan itibaren üç kol halinde ilerleyen Rus birliklerinin bir kısmı da Hacıoğlu Pazarcık’da bulunan Pehlivan İbrahim Paşa üzerine yürüdü. Bunun üzerine karşı ilerleyişe geçen üç dört bin kişilik Pehlivan Paşa kuvvetleri, çarpışa çarpışa geri çekilmek zorunda kaldılar. Piletof adındaki bir kumandanın emrindeki onbeşbin kişilik özel bir Rus birliği, en sonunda Pehlivan Paşa’yı Hacıoğlu Pazarcık’nda kuşatma altına aldılar. Türk ordusunun 10 Mayıs 1810'da Hacıoğlu Pazarcık Muharebesi'nde Rus ordusuna mağlup olmasının ardından, 18 Haziran 1810 tarihinde Hacıoğlu Pazarcık'ın işgal edilmesine değin çarpışan Pehlivan İbrahim Paşa hasta ve yaralı bir halde esir düstü. 30 Mayıs'ta yardım alma olanağı kalmadığı için teslim olan Silistre ve 1 Haziran'da Razgrad Rusların eline geçti. İleri hareketını sürdüren Rus ordusu Haziran başında Rusçuk ve Şumnu'yu kuşattı. 22 Temmuz 1810'da düzenlenen taarruz Rus ordusuna büyük kayıplara mal oldu.
16 Ağustos 1810'da taarruza geçen General Uvarov komutasındaki Rus birliği, Türk garnizonu karşısında yenilgiye uğradı ve geri çekildi. Kuşatma halindeki Rusçuk garnizonu takviye beklerken, Rusçuk seraskerliğine atanan Goşancalı Halil Paşa 40.000 kişilik ordusuyla Tırnova ile Rusçuk arasında Bele Muharebesi'nde Rusları mağlup etti. Rusçuk'un batısındaki Batın deresinde savunma düzenine geçen Türk ordusu 25 Ağustos'ta Bâtın Muharebesi'nde, Rus ordusuna komuta eden Nikolay Kamenski tarafından, Rus nehir filosu'nun da desteği ile, ağır bir yenilgiye uğratıldı. Rus süvarileri tarafından 15 km kadar takip edilen Muhtar Paşa'nın Arnavutları ve ayanların Goşancalı Halil Paşa emrindeki birlikler 7 Eylülde tamamen yenildiler, hatta neredeyse yok edildiler. 21 bin asker ve 140 toptan oluşan düşmanın üstün gücü karşısında 8 bin Türk hayatını kaybetti. Rus General İlovaitzki ile birlikte 3 general ve 78 subay da Rus kayıpları arasında idi. Muharebede Goşancalı Halil Paşa da vurularak hayatını kaybetti. Alınan mağlubiyette, komuta kademesinin yerinde karar alamaması ve hızlı hareket edememesinin de etkisi vardı. Öyle ki Osmanlı Serdar-ı ekremi Kör Yusuf Ziyaüddin Paşa, zamanında Goşancalı Halil Paşa’ya yardıma gitseydi ağır bir yenilgi yerine parlak bir zafer kazanılabilirdi. Ruslar, Bâtın Muharebesi'nin ardından önce harabeye çevrilen Ziştovi'yi, daha sonra da kahraman savunucusu Boşnak Ağa tarafından gerek kendi adına, gerekse Karslı Ali Paşa adına 27 Eylül'de teslim edilen Rusçuk ve Yergöğü'nü işgal ettiler. Ekim ayı başlarında önce Turnu, daha sonra da Niğbolu üzerinde Rus bayrağı dalgalanıyordu. Ayan Pehlivan Süleyman Paşa, Voronzov'un askerleri karşısında Plevne'den kaçtı, Selvi'ye ise Kazaklar yerleşiyordu.
Vidin'i kurtarmak için Tepedelenli Ali Paşa'nın Sofya'ya kadar ilerlemeyi başarmış diğer oğlu Veli Paşa, Mora'nın genç valisi ve babasının vekili olarak yönettiği 10 bin Arnavut'tan 2 binini buraya gönderdi . Daha Haziran ayında birkaç bin Sırp, General Tzukatos'un emrindeki Rus birlikler ile Olt bölgesinde birleşerek, Birsa-Palanka'yı aldılar. Serbest Sırbistan'a akın eden Niş Paşası, geri çekilmek zorunda kaldı. General Orurk, Sırplara Serez Paşası İsmail Bey'i ve Ahmed Reşat'ı Eylül ayı başlannda yenmeleri için yardım etti. Drina Nehri kenarında ise Olt bölgesindeki Eflak Pandorlarından oluşturulan Nikitiç süvari bölükleri bekliyordu . Kladova'nın müdafaa kıtaları artık Hristiyanlardan oluşuyordu. Kara Yorgi, Ekim ayında tekrar akın eden Boşnakları geri püskürttü.
26 Ekim 1810 tarihinde, Nikolay Kamenski Vidin Muharebesinde Serasker Vezir Hacı Osman Paşa komutasındaki 40.000 kişilik Osmanlı ordusunu mağlup etmiş, bu savaşta Osmanlı ordusu 10.000 kayıp verirken Kamenski yönetimindeki Rus ordusu sadece 1.500 kayıp vermiştir.
Ruslar, bu zaferleri amansız hastalıklara yakalanan ve batıdaki savaşın yönetimini General Zay'a bırakan generaller Tzukatos ve Isayev'in ölümü ile ödemişti. Kışın yaklaşması ve ikmal hattının giderek uzaması nedeniyle güvenliğini tehlikede gören Kont Sergei Kamenski Rus ordusunu Tuna kıyılarına geri çekti. 4 Şubat 1811 tarihinde ciddi bir hastalığa yakalanan Kamenski, yerine Çar I. Aleksandr (Rusya) tarafından General Mihail Kutuzov'un Rus ordularının yeni kumandanı olarak tayin edilmesinin ardından, 4 Mart 1811'de 35 yaşında hayata veda etti.

Savaşın sonuçlanması

Mihail İllarionoviç Kutuzov
Alexander Prozorovsky
Prens Pyotr Bagration
Nikolay Kamensky
Laz Aziz Ahmed Paşa komutasındaki 60.000 kişilik Osmanlı ordusu 1811 ilkbaharında yorgun ve çekilmekte olan Kutuzov'un Rus ordusuna karşı sefere çıktı ve Razgrad üzerinden Rusçuk'a ilerledi. Başından bir kurşun yarası almış eski bir asker olan yeni Rus genel komutanı Kutusov derhal Yergöğü'ne gelerek Osmanlı ordusu'nun karşısına çıktı. Rus ordusuna yeni askerler gelmişti ve Kutusov'un emrinde 18 bin askerden oluşan küçük ama güçlü bir ordu vardı. Ama 22 Haziran 1811 tarihindeki Rusçuk Muharebesi yiğitlik göstermiş ve güzel bir ortak çalışma yapmıştı. Osmanlı süvari bölükleri mükemmeldi ve toplar Fransız ustaların yeni dökümhanelerinden yeni çıkmıştı ve çok iyi topçular tarafından kullanılıyordu. O güne kadar her yere korku salan Kazaklar, "Türkler geliyor" haykırışlarıyla zaferinden emin düşmanlarının saldırısı karşısında kaçtılar (3-4 Temmuz). Rus general Langeron, Tuna Nehri'nin sol kıyısına geri çekilmek zorunda kaldı ve 9 Temmuz 1811’de Rusçuk derhal boşaltılıp, ateşe verildi. "Böylece birliklerimiz Balkan Dağları'na kadar ilerlemişken, Tuna Nehri'nin sağ kıyısını tamamen boşaltmak zorunda kaldık ve barış hiç bu kadar uzak görünmemişti ", diye yazıyordu Langeron üzüntü ile daha sonraki kayıtlarında. Serez Paşası İsmail Bey'in, Kara Feyzi'nin ve Karaosmanoğlunun birlikleri, Tuna Nehri'nin sol kıyısındaki Kalafatla kadar ilerlemişlerdi bile . Sadrazam ise Rus karargâhının bulunduğu Yergöğü'nde Tuna Nehri'ni geçmeye hazırlanıyordu.
Osmanlı ordusu Eylül ayı başlarında Tuna Nehri'nin öte kıyısına geçmişti. Langeron'un düşmanları geri püskürtme girişimleri başarısız oldu. Diğer taraftan Kutusov kararsız ve hareketsizdi. Türkler, Eflak'ta kışı geçireceklermiş gibi görünüyordu.
Ama İsmail Bey, Olt bölgesinde Kalafat'taki çatışmalardan sonra ancak Kasım ayının sonuna kadar Ciurpeceni'de tutunabildi ve Tuna Nehri'nin sol kıyısında bulunan Türklerin sayısı, Ruslann yeni bir taarruzunu güvenli bir biçimde karşılamaya yeterli değildi. Diğer taraftan Çapanoğlu'nun ve Tepedelenli Ali Paşa'nın oğullarının Rusçuk'ta kalan birlikleri, silah arkadaşlarının geri dönüşünü sağlama almaya yeterli görünmüyordu. Bu, çatışmalar sırasında bizzat kan kaybeden ve askerleri ile savaşın tüm tehlikelerine bizzat göğüs germek isteyen kahraman Sadrazam Laz Ahmed Paşa'nın en büyük hatası oldu. Sultan II. Mahmud'un Edirne'den buraya gönderdiği bostancılar ve Trakyalı ayanların acilen gelen birlikleri ancak Türklerin savaşta bahtı döndükten sonra buraya varabildiler.
General Langeron ve General Markov'un Rusçuk'ta savunması zayıf olarak kalan karargâha saldırma fikirleri, Osmanlı ordusunun o ana kadar oldukça iyi konumunun aniden değişmesine neden olmuştu. 2 Ekim 1811'de Tuna Muharebesi'nde Osmanlı ordusunu ağır bir yenilgiye uğratan Markov 14 Ekim tarihinde nehri geçti ve Türklerin bu büyük karargâhını eline geçirmeyi başardı. Galib Efendi ve Gavur Hasan Paşa, Ali Paşa'nın oğulları ile birlikte Rusçuk'a kaçmak zorunda kaldılar ve sadrazam da bir kayıkla gece vakti buraya geldi. Nehrin henüz sağ kıyısında bulunan az sayıda birlikler, hiçbir zaman Yergöğü yakınlarında Slobozia Adası'nda bulunan 16 bin askerle birleşemeyeceklerdi. Başlarında Çapanoğlu, Kalender Paşa ve Karslı Ali Paşa'nın bulunduğu ve derhal kuşatma altına alınan bu birliklerin kader anı gelmişti . Nihayet 8 Kasım tarihinde yapılan ateşkes antlaşması ile kurtarıldıklarında, sayıları 13 bin kişiye düşmüştü. Diğerlerinden 5-6 bin kişi düşmanın tarafına geçmiş ve 3 bin kadarı açlık ve hastalıklar sebebiyle hayatlarını kaybetmişlerdi. Turtucaia ve Silistre tekrar Rusların eline geçmişti .
Ordusu kuşatılan Osmanlı Devleti ile 1812 yılında tekrar Fransız tehdidiyle karşı karşıya kalan Rusya 1812 yılında barışa müzahir bir tutum benimsediler ve barış müzakereleri başladı.

Barış

28 Eylül 1812 tarihinde imzalanan Bükreş Antlaşması ile Rusya, Eflak ve Boğdan'dan çekilecek, Besarabya bölgesini ise Ruslara bırakılacaktı. Osmanlılar Bosna ve Eflak'dan 2 yıl vergi almayacak, Sırplar iç işlerinde serbest kalacaktı. Tuna nehrinde hem Osmanlı hem de Rus gemileri serbestçe dolaşabilecekti. Prut ve Tuna nehirlerinin sol sahilleri iki ülke arasında sınır kabul edilecekti.[7]
Ayrıca, Kuban Nehri ağzından güneyde Bzıb (Psıb) Nehri ağzına kadar uzanan Çerkesya kıyılarının denetimi, Anapa Kalesi ile birlikte Osmanlılara geri verildi. Buna karşılık Bzıb ve Rioni nehirleri (Poti) arasındaki Karadeniz kıyıları ve Gürcü toprakları Ruslara bırakıldı.

Sonuçlar

  • Önemli askeri başarılar kazanmış olan Rusya, Fransız tehdidi nedeniyle ufak bir toprak kazancıyla yetinmek zorunda kaldı.
  • Esasen Boğdan Voyvodalığı'na ait olan Besarabya'nın Rus işgaline girmesiyle bu iki bölge arasındaki bütünlük zayıfladı ve bugünkü Moldova ve Romanya'nın temelleri atıldı.
  • Savaş sırasında isyanları süren ve Ruslar tarafından desteklenen Sırplar 1817 yılında özerklik kazandılar.
  • Ruslar Gürcistan üzerindeki egemenliklerini pekiştirdiler, ayrıca Çerkezler üzerindeki baskılarını artırdılar.

Bükreş Antlaşması

Vikipedi, özgür ansiklopedi
Osmanlı İmparatorluğu
دَوْلَتِ عَلِيّهٔ عُثمَانِیّه
Devlet-i Aliyye-i Osmâniyye
1299-1 Kasım 1922
Osmanlı Devlet Nişanı
Bayrak Arma
Slogan
دولت ابد مدت
Devlet-i Ebed-müddet
(Ebedîyen yaşayacak Devlet)
Ulusal marş
Osmanlı Devleti Marşları
1481 ve 1683 tarihleri arasında imparatorluğun genişleme haritası (Asir, Cezayir, Hicaz, Sudan, Yemen hariç)
Başkent Söğüt
(1302–1326)
Bursa
(1326–1365)
Edirne
(1365–1453)
Konstantiniyye
(1453–1922)[1][2][3][ölü/kırık bağlantı]
Dil(ler) Osmanlı Türkçesi(resmî), Türkçe, Farsça, Arapça, Kürtçe, Yunanca, Arnavutça, Ermenice
Din İslam
Yönetim Monarşi
(1299–1876)
(1878–1908)
(1918–1922)
Meşruti monarşi
(1876–1878)
(1908–1918)
Sultan
 - 1281–1326 (ilk) I. Osman
 - 1918–22 (son) VI. Mehmed
Sadrazam
 - 1320–31 (ilk) Alaeddin Paşa
 - 1920–22 (son) Ahmed Tevfik Paşa
Tarihi
 - Kuruluş 1299
 - Fetret Devri 1402–1413
 - Lâle Devri 1718–1730
 - Saltanatın kaldırılması 1 Kasım 1922
Yüzölçümü
 - 1683[4] 19.902.000 km2
 - 1914[5] 1.800.000 km2
Nüfus
 - 1683[4] 16000000 
     Yoğunluk 803939.3 /km2
 - 1914[5] 23800000 
     Yoğunluk 13222222.2 /km2
Para birimi Akçe, kuruş, lira, sultani
Öncelleri Ardılları
Anadolu Selçuklu Devleti
Doğu Roma İmparatorluğu
Trabzon Rum İmparatorluğu
Mora Despotluğu
Epir Despotluğu
Adalar Dükalığı
Anadolu Beylikleri
İkinci Bulgar Devleti
Sırp Despotluğu
Memlûk Sultanlığı
Macaristan Krallığı
Cezayir ve Tunus
Türkiye Cumhuriyeti
Yunanistan Krallığı
Mısır Sultanlığı
Bosna-Hersek
Sırbistan Krallığı
Arnavutluk Geçici Hükümeti
Romanya Krallığı
Bulgaristan Krallığı
Kıbrıs
Irak Mandası
Filistin Mandası
Fransız Cezayiri
Fransız Tunusu
Fransız Suriyesi
İtalyan Kuzey Afrikası









Osmanlı döneminde YunanistaAna madde: Osmanlı döneminde Yunanistan Günümüzdeki Yunanistan'ın Osmanlı egemenliğine girmesi 14. yüzyılda başlamıştır. Batı Trakya'daki İskeçe, Kavala, Drama ve Serez kentleri 1371 yılındaki Çirmen Muharebesi ile Osmanlıların eline geçti. 1453 yılındaki İstanbul'un fethi'nden sonra Osmanlıların Yunanistan topraklarındaki genişlemeleri hızlandı. 1458 yılında Atina, 1460 yılında da Mora Yarımadası Osmanlıların eline geçti. Böylece günümüzdeki Yunanistan'ın karadaki topraklarının tümü Osmanlı Devleti'nin bir parçası haline geldi. 1571 yılında Kıbrıs, 1670 yılında da Girit alındığında İyonya Adaları hariç günümüzdeki Yunanistan'ın tümü Osmanlıların eline geçmiş oluyordu. Osmanlı egemenliği altındaki yaşayan Yunanlar genel olarak Rum adıyla anılmışlardır. Yunanlar sadece günümüzdeki Yunanistan'da yaşayan Rumların adıydı.
Osmanlı egemenliği boyunca Rumlar Osmanlıların çok uluslu sisteminin bir parçası olarak ayrı bir millet olarak kabul edildiler. Rum Ortodoks Patrikhanesi bu milletin sözcüsü ve lideri olarak kabul ediliyordu. Rumların arasındaki uzlaşmazlıklar ve yasal sorunlar Patrikhane'ye ait mahkemeler tarafından çözümlenirdi. Millet sistemi dil veya etnik kökenden ziyade dine bağlı olarak düşünüldüğü için Osmanlı Devleti'nde yaşayan Ortodoks Kilisesine üye Sırp, Bulgar ve Romen gibi diğer bütün etnik gruplar da Rum Ortodoks Patrikhanesi tarafından temsil edildiler. Devşirme sistemi uyarınca Rumlar Osmanlı Devleti'nin asker ihtiyacını karşılamak üzere genç ve yetenekli çocuklarını Yeniçeri Ocağına vermek zorundaydılar. Bu sistem 18. yüzyılda giderek zayıfladı ve 1826 yılında Yeniçeri Ocağı'nın kapatılmasıyla tamamen ortadan kalktı.
Osmanlı egemenliği boyunca Yunan kültür ve ekonomisinin merkezi İstanbul'du. Rum Ortodoks Patrikhanesi'nin içinde bulunduğu Fener semtinde yaşayan Rumlar özellikle 18. yüzyılda büyük bir nüfuz sahibi oldular. Fenerli Rumlar olarak bilinen bu kesim Avrupa'da eğitim gördükleri için Latince, Fransızca, İtalyanca, Almanca gibi dilleri Müslümanlara kıyasla daha iyi biliyorlardı. Dolayısıyla Osmanlı Devleti'nin Avrupa ülkeleriyle olan ilişkilerinde büyük bir rol oynamaya başladılar. Köprülü Fazıl Ahmed Paşa 1671 yılında Fenerli Rum Aleksandros Mavrokordatos'u baş tercümanlık görevine getirdi. Aleksandros Mavrokordatos daha sonra 1699 yılında imzalanan Karlofça Antlaşması'nın Osmanlı tarafındaki baş müzakerecisi oldu. Osmanlı padişahlarının güvenini kazanan Fenerli Rumlar 18. yüzyıl boyunca Osmanlı Devleti bağlı Eflak ve Boğdan'ın valileri olarak görev yaptılar. Fenerli Rumların bu ayrıcalıklı konumları Yunanistan'ın bağımsızlığını kazanmasına kadar devam etti.

Filiki Eterya

Ana madde: Filiki Eterya

Yunan İsyanı

Ana madde: Yunan İsyanı

Navarin Deniz Muharabesi

Ana madde: Navarin Deniz Muharebesi
Yunan isyanının bastırılması üzerine Birleşik Krallık, Fransa Krallığı ve Rusya İmparatorluğu işe karıştılar. Osmanlı Devletinden Rumların bağımsızlığının tanınmasınu istediler. II. Mahmut bu isteği kabul etmedi. Bunun üzerine bu devletler istediklerini zorla kabul ettirmek için Morada bulunan Osmanlı-Mısır donanmasını Navarin denilen yerde yaktılar. Osmanlı bu devletlerle olan siyasi ilişkisini kesti. Rusya, Osmanlı Devletine savaş ilan etti.

Osmanlı-Rus Savaşı

Ana madde: 1828-1829 Osmanlı-Rus Savaşı

Antlaşma ve protokoller

Ana maddeler: Edirne Antlaşması (1829) ve İstanbul Antlaşması (1832)
Girdiği savaşlarda ağır kayıplar veren Osmanlı Devleti, 1829 yılında Edirne Antlaşmasını imzalayarak Yunanistan'ın bağımsızlığını tanıdı (Ayrıca Sırplar da bu antlaşmayla özerklik kazanmışlardır). Bu sayede Yunanistan bağımsız olmuştur.

Yunanistan Krallığı

Ana madde: Yunanistan Krallığı
Geçmişte Rusya'nın dışişlerinde önemli rol oynamış ve Avrupa'da tanınmış bir kişi olarak nisan 1827'de Yunanistan'ın geçici devlet başkanlığına seçilmiş olan Kont Yannis Kapodistrias, Ocak 1828'de Yunanistan'a geçtikten sonra Rusya'ya yakın güçlü bir merkezi yönetim kurmaya yöneldi. Bağımsızlık mücadelesinde öne çıkmış ailelerin düşmanlığını çeken Kapodistrias'ın ekim 1831'de öldürülmesini izleyen karışıklıklar ancak büyük devletlerin müdahalesiyle sona erdirilebildi. Mayıs 1832'de Londra'da varılan antlaşma uyarınca İngiltere, Fransa ve Rusya'nın koruması altında, kuzey sınırı Arta-Volos hattını izleyen ve Girit ile Samos dışında bazı Ege Adalarını da içine alan bağımsız bir krallık oluşturulması benimsendi. Aynı antlaşmayla Bavyera kralı I. Ludwig'in oğlu Otto'nun I. Otto adıyla Yunan tahtına geçmesi kararlaştırıldı.

1828-1829 Osmanlı-Rus Savaşı

Vikipedi, özgür ansiklopedi
1828-1829 Osmanlı-Rus Savaşı
Osmanlı-Rus Savaşları
Kars 1828.jpg

Kars'ın kuşatılması (January Suchodolski, 1839)
Tarih 1828-1829
Bölge Eflak, Bulgaristan, Kars, Erzurum Eflak
Sonuç Rus zaferi
Edirne Antlaşması
Taraflar
Osmanlı İmparatorluğu Osmanlı İmparatorluğu Rusya İmparatorluğu Rusya İmparatorluğu
Destekleyen
Fransa Krallığı Fransa
Birleşik Krallık Birleşik Krallık
1828-1829 Osmanlı-Rus Savaşı, Navarin Deniz Savaşı'nı takiben Rusya'nın Yunanlıların bağımsızlığını desteklemesi yüzünden çıkmış bir savaştır.
1828-1829 Osmanlı-Rus Savaşı sırasında Rus Mercury firkateyninin iki Osmanlı savaş gemisiyle çarpışması. (Nikolay Krasovsky)
Osmanlı padişahı II. Mahmut 20 Ekim 1827 tarihinde İngiliz, Fransız ve Rus donanmalarının Navarin'de Osmanlı-Mısır donanmalarını yakmalarını protesto etmek için Rusya'yla yapılmış olan Akkerman Antlaşmasını iptal etti ve Çanakkale Boğazı'nı Rus gemilerine kapadı. Bunun üzerine başlayan savaşın ilk aylarında Rus komutanı Petro Wittgenstein Osmanlı toprağı olan Eflak'a girerek Bükreş'i ele geçirdi. Rus çarı I. Nikolay da Tuna nehrini geçerek Dobruca'ya yürüdü. Şumnu, Varna ve Silistre kalelerini kuşattı.
1828'de Varna'nın kuşatılması. (Alexander Zauerweid, 1836)
Karadeniz filolarının desteğiyle Varna kalesine saldıran Ruslar 29 Eylül'de Varna'yı teslim aldılar. Ancak Şumnu kalesini uzun süren bir kuşatmaya rağmen Osmanlıların büyük bir cesaretle yaptıkları savunma sonucu ele geçiremediler. Her iki taraf ta açlık ve hastalık sonucu çok sayıda kayıplar verdi. Kışın yaklaşması dolayısıyla Ruslar kendilerine ait olan Besarabya'ya geri çekildiler.
7 Mayıs 1829'da Rus ordusu 60.000 askerle tekrar saldırıya geçerek Silistre'yi kuşattı. II. Mahmut 40.000 kişilik bir orduyu Varna'nın yardımına gönderdi. Ancak bu ordu Ruslara yenik düştü. 19 Haziran'da Silistre de Ruslara teslim oldu. Bu arada Kafkas cephesinde İvan Paskeviç komutasındaki Rus ordusu Ahıska, Ardahan, Posof, Erivan, Kars ve 27 Haziran 1829'da Erzurum'u ele geçirdi. 2 Temmuz'da 25.000 askerlik bir Rus ordusu Balkanları boydan boya geçerek Burgaz'ı ve Sliven'i teslim aldılar. 28 Ağustos'ta Edirne'ye kadar ilerleyen Rus ordusu İstanbul'un sadece 68 kilometre uzağına ulaştı. Padişah II. Mahmut 14 Eylül 1829'de Rusların bu ilerlemesini durdurmak için koşulları çok ağır olan Edirne Antlaşmasını imzalamak zorunda kaldı.


Edirne Antlaşması (1829)

Vikipedi, özgür ansiklopedi
Edirne Antlaşması
Territorial changes of the Ottoman Empire 1829.jpg
Antlaşmaya göre Osmanlı sınırları
Çeşit Barış antlaşması
İmzalanma 14 Eylül 1829
Yer Edirne, Osmanlı İmparatorluğu
İmzacı
devletler
Rusya İmparatorluğu Rusya İmparatorluğu
Osmanlı İmparatorluğu Osmanlı İmparatorluğu
Dilleri Rusça, Osmanlıca
Edirne Antlaşması, 14 Eylül 1829 tarihinde Osmanlı İmparatorluğu ve Rusya İmparatorluğu arasında Edirne şehrinde imzalanmış bir antlaşmadır. Bu antlaşmayla Yunanistan bağımsızlığını kazanmıştır.
Rusya, Sultan II. Mahmud'un Navarin'de Osmanlı donanmasının yakılması ile sonuçlanan olaylardan dolayı savaş tazminatı istemesi üzerine, Osmanlı İmparatorluğu'na karşı savaş açtı. Sultan II. Mahmud bu arada Yeniçeri Ocağını kaldırmış, yerine Asakir-i Mansure-i Muhammediye isimli yeni bir askeri teşkilat kurmuştu. Teşkilatlanmasını henüz tamamlayamamış olan bu ordu Rus kuvvetleri karşısında önemli bir varlık gösteremedi. Eflak ve Boğdan'ı işgal eden Ruslar, Tuna'ya kadar indiler. Balkanları aşan Rusya, batıda Edirne, doğuda ise Erzurum'a kadar ilerledi.
Bu gelişmeler üzerine Osmanlı İmparatorluğu barış istedi. Küçük Kaynarca Antlaşması'ndan sonra imzalanmış şartları en ağır antlaşmalardan biri olan Edirne Antlaşması ile Osmanlı Devleti, Yunanistan Devleti'nin kurulmasını kabul etti. Antlaşmanın bazı önemli şartları şunlardı:
  1. Yunanistan bağımsız bir devlet olacaktı.
  2. Eflak, Boğdan ve Sırbistan'a özerklik-otonomi tanındı.
  3. Ruslar işgal ettikleri yerlerin çoğunu geri verdiler.
  4. Rus ticaret gemilerine boğazlarda geçiş hakkı tanındı.
  5. Osmanlı İmparatorluğu, Rusya İmparatorluğu'na savaş tazminatı ödemeyi kabul etti.
  6. Antlaşmanın 10. maddesine göre Osmanlı İmparatorluğu Rusya İmparatorluğu, İngiltere ve Fransa'nın Londra'da 6 Temmuz 1827'de ve buna dayalı olarak yine Londra'da 22 Mart 1829'da aralarında yaptıkları, Yunanistan Krallığı'nın kurulmasını ve bağımsızlığını öngören anlaşma ve protokolü kabul edecekti. (Londra Antlaşması)
  7. Osmanlı Devleti, Çerkesya üzerindeki tüm haklarını bu arada Kuban Irmağı ile Bzıb Irmağı arasındaki Karadeniz kıyı kontrolunu Rusya'ya devretti. Çerkesya'daki Anapa ve Sucuk-Kale (şimdiki Novorossiysk) limanlar/kaleler dışında, Poti limanı, Ahıska ve Ahilkelek de Rusya'ya bırakıldı.
Edirne Antlaşması'ndan beş ay sonra, 3 Şubat 1830 tarihinde İngiltere, Fransa ve Rusya arasında imzalanan yeni bir "Londra Protokolü" ile bağımsız Yunanistan Devleti'nin kurulduğu ilan edildi. Osmanlı Devleti de 24 Nisan 1830'da Yunanistan'ın bağımsızlığını kabul etmek zorunda kaldı.
Yunanların hamisi olan İngiltere, Fransa ve Rusya Mayıs 1832'de Yunanistan'a son şeklini veren bir anlaşma yaptılar. Bununla, Yunanistan'ın kuzey sınırı olarak "Arta-Volo hattı" kabul edildi. Böylece, Yunanistan'a Attik ve Mora yarımadaları bırakılmış oldu. Ayrıca bu yarımadaların çevresindeki tüm adalar ile kuzey Sporadlar, Ege'nin ikinci büyük adası Eğribos dahil olmak üzere yüzlerce ada Yunanistan'a bağlandı. Kurulan Yunan Krallığı'na da Bavyera Kralı Louis'in oğlu Otto seçildi.
Bu arada 3 büyük devlet, Yunanistan adına Osmanlı İmparatorluğu ile İstanbul'da son antlaşmaları doğrultusunda görüşmelere başladılar ve 21 Temmuz 1832'de taraflar arasında bir protokol imzalandı. İstanbul Hükûmeti yeni Yunan sınırını ve statüsünü kabul etti. Yeni Yunan Devleti de topraklarındaki Türk mallarının bedeli olarak, Osmanlı İmparatorluğu'na belli bir tazminat ödemeyi yüklendi.

Kavalalı Mehmet Ali Paşa

Vikipedi, özgür ansiklopedi
Kavalalı Mehmet Ali Paşa
Mısır, Sudan, Şam, Hicaz, Mora, Taşoz ve Girit Valisi
Coat of arms of the Egyptian Kingdom 2.png
ModernEgypt, Muhammad Ali by Auguste Couder, BAP 17996.jpg
Hüküm süresi 17 Mayıs 1805 - 2 Mart 1848
Önce gelen Hurşid Ahmed Paşa
Sonra gelen Kavalalı İbrahim Paşa
Doğum tarihi 4 Mart 1769
Doğum yeri Osmanlı İmparatorluğu Kavala, Osmanlı Devleti
Ölüm tarihi 2 Ağustos 1849 (80 yaşında)
Ölüm yeri Flag of Egypt (1882-1922).svg Kahire, Mısır Hidivliği
Hanedan Kavalalılar Hanedanı
Babası İbrahim Ağa
Annesi Zeynep
Çocukları Tevhide
Kavalalı İbrahim Paşa
Tosun Paşa
Isma'il
Hatice (a.k.a. Nazli)
Said Paşa
Hasan
Ali Sadik Bey
Mehmet Abdül Halim
Genç Mehmet Ali
Fatma Rukiye
Zeynep
Dini Sünni İslam
Kavalalı Mehmet Ali Paşa, (Arapça: محمد علي باشا, Farsça: محمد علی پاشا, Urduca: محمد علی پاشا, d. 4 Mart 1769 - ö. 2 Ağustos 1849), Mısır valisi, Kavalalılar Hanedanı'nın kurucusu, Mısır ve Sudan'ın ilk hidivi. Osmanlı Devleti'ne karşı başarıyla sonuçlanan bir isyan çıkardı. Her ne kadar Osmanlılar'a bağlıymış gibi görünsede, o dönem, Sudan, Mısır, Filistin, Lübnan ve Suriye'nin gerçek hükümdarı olarak kabul edilmiş ve 150 yıl boyunca hanedanı tarafından bu topraklar yönetilmiştir.

Hayatı

Mısır Valisi olmadan önce

Kavalalı Mehmet Ali Paşa bugünkü Yunanistan'ın Kavala'nın Kondova köyünde dünyaya geldi. Bazı tarihçiler tarafından Arnavut olduğu söylenmektedir. Napolyon'un Mısır'ı işgaline karşı Osmanlı tarafından Mısır'a gönderilen orduda görev aldı ve kısa zamanda komutanlığa yükseldi. Vali Hüsrev Paşa'ya karşı düzenlenen ayaklanmadan yararlanarak 1805'te Mısır valisi oldu.

Mısır Valisi olduktan sonra

Mısır'ın kalkınması için çeşitli ıslahatlar yaptı. Avrupa'dan getirttiği hocalarla kendine güçlü bir ordu kurdu. 1811 yılında yönetimde halen etkili durumda bulunan Memlük Beylerine karşı harekete geçerek Mısır'daki Memlük egemenliğine kesin olarak son verdi. Daha sonra 1811-1818 yılları arasında orduları Osmanlı Sultanı adına Arabistan Yarımadası'nda Vahhabilere karşı savaştı. 1815 yılında Kahire'de bulunan Arnavut askerleri kısa süreli bir ayaklanma çıkardılar. Kavalalı, başını ağrıtabileceğini düşündüğü 25.000 Arnavut askerini, Sudan'ın fethi için 1821'de Sudan'a Func Devleti'nin üzerine gönderdi. Böylelikle Sudan, Mısır'ın kontrolü altına girdi. Mora'da patlak veren isyanı bastırmakta güçlük çeken Osmanlı Devleti, Mehmet Ali Paşa'dan yardım istedi. Bu başarısına karşılık Mora ve Girit valilikleri söz verildi. İsyan bastırıldı; ama 1829'daki Edirne Antlaşması'yla Mora Yunanistan'a verilince, Kavalalı Mehmet Ali Paşa bu sefer de Suriye valiliğini istedi. Ancak Mehmet Ali Paşa'nın genişleme siyasetinden çekinen Osmanlı Hükümeti Mehmet Ali Paşa'nın bu isteğini reddetti.

Hidivliği kuruşu

Ana madde: Mısır Hidivliği
Bunun üzerine Mehmet Ali Paşa Filistin'e yürüdü ve Akka Kalesi'ni ele geçirdi. Osmanlı hükûmeti Mehmet Ali Paşa'nın üstüne ordu gönderdiyse de Ağa Hüseyin Paşa komutasındaki Osmanlı ordusu Kavalalı Mehmet Ali Paşa'nın oğlu İbrahim Paşa komutasındaki Mısır kuvvetleri tarafından bozguna uğratıldı. Mısır Kuvvetleri Halep, Şam ve Adana'yı ele geçirdiler. Konya'da Sadrazam Reşit Paşa'nın kuvvetlerini de yenip Kütahya'ya kadar ilerlediler.
II. Mahmud, Büyük Britanya ve Fransa'dan yardım istedi. Ne var ki Fransa'nın Mehmet Ali Paşa'yı desteklemesi, İngiltere'nin de Osmanlı'nın içişlerine karışmak istememesi üzerine beklediği yardımı alamadı ve Rusya'dan yardım istemek zorunda kaldı. Rusya ile Hünkar İskelesi Antlaşması yapıldı ve Rus donanması İstanbul'a demirledi.
Boğazların Rusya'nın eline geçmesinden endişe eden İngiltere ve Fransa'nın araya girmesiyle Kütahya Antlaşması (1833) imzalandı. Antlaşmaya göre Mısır, Suriye ve Girit valilikleri Kavalalı Mehmet Ali Paşa'ya, Cidde ve Adana valilikleri de oğlu İbrahim Paşa'ya verildi.
Antlaşmadan her iki tarafta hoşnut olmadı. II. Mahmut Mısır valisini ortadan kaldırmak ve kaybettiği toprakları geri almak istiyordu. Osmanlı ordusu ile Mısır ordusu Nizip'te karşılaştı. Osmanlı ordusu tekrar bozguna uğrayınca Rusya'nın soruna el atmasından ve Mehmet Ali Paşa'nın güçlenmesinden çekinen Avrupa Devletleri konuyu görüşmek için Londra'da konferans düzenledi.
Londra'da imzalanan antlaşmaya göre Suriye, Girit ve Adana Osmanlı Devleti'ne geri verildi, Mısır ise Kavalalı Mehmet Ali Paşa ve soyundan gelenlere bırakıldı. Kavalalı Mehmet Ali Paşa başta antlaşmayı kabul etmese de İngiltere ve Avusturya'nın Beyrut'a asker çıkarması ve İngiliz donanması'nın Lübnan kıyılarını topa tutması üzerine antlaşmayı kabul etmek zorunda kaldı. 1845'te İstanbul'a gelip padişaha bağlılığını bildirdi. 1849'de Kahire'de öldü.
Sultan mohemmed ali.png
Mohammed Ali By Sir David Wilkie.jpg
Kavalalı Mehmet Ali Paşa
Doğumu: 1769 Ölümü: 2 Ağustos 1849
Önce gelen:
Hurşid Ahmed Paşa
Mısır ve Sudan Valisi
1805 - 1848
Sonra gelen:
Kavalalı İbrahim Paşa

anzimat Fermanı

Vikipedi, özgür ansiklopedi
Tanzimat Fermanı
Tanzimat Fermanı.jpg
Tanzimat Fermânı'nın asıl örneği
Çeşit Bildiri (Ferman)
İmzalanma 3 Kasım 1839
Yer İstanbul
İmzacı
devletler
Flag of the Ottoman Empire (1453-1517).svg Osmanlı Devleti
Dilleri Osmanlıca
Türkiye'de anayasal süreç
London news c1877 - scanned constantinopole(1996)-Opening of the first parlement.png

Anayasa Mahkemesi  · Yargı teşkilatı

Tanzimât ( تنظيمات ) Fermânı, Gülhane Hatt-ı Şerif-î 3 Kasım 1839'da okunan Tanzimat Fermânı, Türk tarihinde demokratikleşmenin ilk somut adımıdır. Sultan Abdülmecid döneminde Hariciye Nazırı Koca Mustafa Reşit Paşa tarafından okunmuştur. Gülhane Parkı'nda okunması nedeniyle Gülhane Hatt-ı Şerif-î (Padişah Yazısı) veya Tanzimât-ı Hayriye (Hayırlı Düzenlemeler) olarak da anılır. Bu fermânla devlet kendisini yenilemesi gerektiğini söylemiştir.

Fermanda yer alan genel konular

  • Tüm vatandaşların can, mal ve namus güvenliğinin sağlanması,
  • Yargılamada açıklık, hiç kimse yargılanmadan idam edilemeyecek (Hukuk devleti özelliğini yansıtır),
  • Vergide adalet,
  • Erkeklere dört yıl mecburi askerlik,
  • Rüşvetin ortadan kaldırılması,
  • Herkesin mal ve mülküne sahip olması, bunu miras olarak bırakabilmesi.(Özel mülkiyet güvence altına alındı. Müsadere kaldırıldı)
Fermanda verilen bütün sözlerin tamamen yerine getirilememesine rağmen bu çabalar, çağdaşlaşmaya ve cumhuriyet fikrine ön ayak olmuştur. Tanzimat Fermânı'nın okunmasından I. Meşrutiyet'in ilanına kadar geçen dönem, Osmanlı tarihinde Tanzimat Dönemi (3 Kasım 1839 - 22 Kasım 1876) olarak anılır.

İlân nedenleri


Kırım Savaşı

Vikipedi, özgür ansiklopedi
Kırım Savaşı
Osmanlı-Rus Savaşları
Franz Roubaund'un yağlı boya tablosuSivastopol kuşatması(1904)
Tarih 1853-1856
Bölge Baltık Denizi, Karadeniz, Tuna kıyıları, Kırım Yarımadası, Kafkaslar
Sonuç Kesin Müttefik zaferi.
Taraflar
Osmanlı İmparatorluğu Osmanlı İmparatorluğu Fransa Fransız İmparatorluğu
Birleşik Krallık Birleşik Krallık
Sardinya Krallığı Sardinya Krallığı

Rusya Rusya İmparatorluğu
Komutanlar
Fransa III. Napolyon Fransa Jacques Leroy de Saint Arnaud
Fransa François Certain Canrobert
Fransa Aimable Pélissier
Fransa François Achille Bazaine
Fransa Patrice de Mac-Mahon
Osmanlı İmparatorluğu I. Abdülmecid
Osmanlı İmparatorluğu Ömer Paşa
Osmanlı İmparatorluğu İskender Paşa
Birleşik Krallık Earl of Aberdeen
Birleşik Krallık Sir James Graham, 2nd Baronet
Sardinya Krallığı Conte di Cavour
Sardinya Krallığı Alfonso La Marmora

Rusya Prens Menşikov Rusya I. Nikolay
Rusya Pavel Nakhimov
Rusya Vasily Zavoyko
Rusya Nikolay Muravyov-Amursky
Rusya Yevfimy Putyatin
Rusya Vladimir Istomin
Rusya Count Tolstoy

Güçler
Toplam : 1.000.000
Osmanlı İmparatorluğu 300.000 Türk
Fransa 400.000 Fransız
Birleşik Krallık 250.000 İngiliz
Sardinya Krallığı 15.000 İtalyan
War flag of the German Confederation 4.250 Alman gönüllü
Flag of Switzerland 2.200 İsviçreli gönüllü

Rusya 700.000 Flag of the First Bulgarian Legion, 1862 3.000 Bulgar gönüllü
Karadağ Krallığı 2.000 Sırp-Karadağlı gönüllü
Yunanistan Krallığı 1.000 Yunan gönüllü

Kayıplar
Toplam: 300.000–375.000 ölü

Osmanlı İmparatorluğu Osmanlı İmparatorluğu
Toplam ölü tahmini 175.300

Fransa Fransız İmparatorluğu
Toplam ölü: 95.000:
10.240 çatışmada öldü;
20.000 yaralandıktan sonra öldü;
c. 60.000 hastalıktan öldü

Birleşik Krallık Birleşik Krallık
Toplam ölü: 21.097:
2.755 çatışmada öldü;
2.019 yaralandıktan sonra öldü;
16.323 hastalıktan öldü

Sardinya Krallığı Sardinya Krallığı
2.050 ölü

Toplam: 220.000 ölü:
80.000 çatışmada öldü
40.000 yaralandıktan sonra öldü
100.000 hastalıktan öldü
Kırım Savaşı, 4 Ekim 1853-30 Mart 1856 tarihleri arasındaki Osmanlı-Rus Savaşıdır. Birleşik Krallık, Fransa ve Piyemote-Sardinya'nın Osmanlı tarafında savaşa dâhil olmasıyla savaş, Avrupalı devletlerin Rusya'yı Avrupa ve Akdeniz dışında tutmak amacıyla verdiği bir savaş halini almıştır. Savaş, müttefik güçlerinin zaferiyle sonuçlanmıştır.

Savaşın sebepleri

Rusya, 1853 yılından itibaren Kavalalı Mehmet Ali Paşa bunalımı sırasında takip ettiği zayıf bir Osmanlı Devleti üzerinde etki alanı kurma politikasını bırakarak, bu devleti yıkma politikası takip etmeye başladı. Bunu gerçekleştirebilmek için de kutsal yerler sorununu kullandı. Osmanlı Devleti, Hıristiyanlarca kutsal sayılan Kudüs ve çevresinde Katolik ve Ortodoks cemaatlerine çeşitli ayrıcalıklar tanımıştı. 1853 yılına gelindiğinde ayrıcalıklar konusunda Rusya ile Katolikliğin dünya çapında savunuculuğunu yapan Fransa çatışmaya başladılar. Bu durumu bahane eden ve asıl amacı "Hasta adam" gözüyle baktığı Osmanlı Devleti'ne ve onun bekasına son vermek isteyen Rusya, Birleşik Krallık'a mirasın paylaşılması teklifinde bulundu. Ancak, çıkarları gereği Osmanlı Devleti'nin toprak bütünlüğünün muhafazasından yana olan Birleşik Krallık bu teklifi kabul etmedi. Bunun üzerine Rusya, tek başına harekete geçerek, Osmanlı Devleti'ne bir ittifak teklifinde bulundu ve bu devletin sınırları içinde yaşayan Ortodoksların koruyuculuğunun Rusya'ya bırakılmasını önerdi. Osmanlı Devleti Britanyanın da desteğine güvenerek Rus isteklerini reddetti.
Bu bağlamda gelişen Osmanlı Devleti-Rusya gerginliği, Birleşik Krallık başta olmak üzere Avrupa devletlerinin de ilgisini çekmekte gecikmedi. Birleşik Krallık hükümeti, 1853'te yaşanan gerilim sırasında Rusya'ya karşı Osmanlı Devleti'ni destekleme politikasını benimsedi. Bu tercih, Osmanlı Devleti'ne destek olma isteğinin ötesinde, Avrupa'daki güç dengelerini yeniden tanımlama amacı taşıyordu. Avusturya İmparatorluğu'na karşı 1848 yılında başlayan Macar ayaklanmasının Rusya'nın yardımıyla kanlı bir şekilde bastırılması, bu dönemde Rusya'nın Avrupa'da artan bir şekilde güç kazanmasının göstergesi olarak yorumlanmıştı. Birleşik Krallık, bu ve benzer nedenlerle Avrupa'daki güç dengesinin kendi aleyhine bozulmasını engellemek istiyor, bu amaç doğrultusunda Rusya'nın güçlenmesinin önüne geçmeye çabalıyordu. Bunun yanında, Osmanlı Devleti'nin dağılması Rusya'nın topraklarını güneye doğru genişletmesi anlamına gelecekti; bu durum Birleşik Krallık'ın Asya'daki kolonilerine (özellikle Hindistan'a) ulaşmasını zorlaştıracaktı.
Fransa Rusya'nın Avrupa güçler dengesinin dışında tutulması konusunda Büyük Britanya hükümetiyle benzer bir politika izliyordu. Rusya'ya bağlı olan Polonya topraklarında yeniden bir bağımsız Polonya kurulması ve bu bağımsız devletin Fransa'nın müttefiki olması olasığı da Fransa'yı Rusya'ya karşı cephe almaya teşvik ediyordu. Bu ve benzer nedenlerle, Rusya'ya karşı girişilebilecek bir müdahale, Fransa'yı Avrupa'da yeniden üstün duruma getirebilirdi. Bu nedenlerle Fransa, Osmanlı Devleti-Rusya geriliminde, tıpkı Birleşik Krallık gibi, Osmanlı Devleti'nden yana bir tutum takındı.
Prusya başta olmak üzere merkezi Avrupa devletleri bu düşüncelere karşıydı. Özellikle Avusturya, savaş sonunda yapılacak antlaşmadan ve ortaya çıkacak yeni statükodan endişeli idi.

Savaşın başlaması ve gelişmesi

Britanyalı Coldstream Muhafız Alayı askerleri Haydarpaşa yakınlarında Kırım'a gitmek için beklerken.
Kırım Savaşı (1853-1856): Britanyalı ikmal limanı Balıklava'nın Görünüşü
The embarkation of sick persons at the harbor in Balaklava, Kırım Savaşı sırasında Balıklava'da bulunan limandan tekneye bindirilen hastaları gösteren renkli litograf (William Simpson, 24 Nisan 1855)
Kırım Savaşı sırasında kışlanın İngilizler tarafından hastane olarak kullanıldığı dönemi gösteren renkli litograf (William Simpson, 21 Nisan 1856)
Rusya'nın İstanbul'da görevli elçisi Aleksandr Mençikof isteklerinin reddedilmesi üzerine 19 Mayıs 1853'te İstanbul'dan ayrıldı. Rus orduları savaş dahi ilan etmeden 22 Haziran 1853'de Eflak ve Boğdan'ı işgale başladılar. Çar I. Nikolay, bu hareketinin bir savaş başlangıcı kabul edilmemesi gerektiğini açıkladı ve bu teşebbüsün bir güvenlik tedbiri olduğunu belirtti. Ancak, bu durum Avrupa'nın statüsünü değiştirmeye yönelikti. Bunun üzerine Avusturya'nın teklifi ile Viyana'da bir konferans toplandı. Fakat toplantıdan sonuç alınamadı. Bu sırada İstanbul'da, Rusya'ya karşı savaş ilanı için halk padişaha baskı yapmaya başladı. 4 Ekim 1853'te Rusya'ya bir nota verildi ve Eflak ile Boğdan'ın 15 gün içinde boşaltılması istendi. Rusya bu notaya kayıtsız kaldı ve tanınan sürenin sonunda savaş fiilen başladı.
Savaşın başlangıcında Osmanlı ordusu Balkanlar'da başarılı oldu. Fakat Batum'a yardım götüren Osmanlı donanması 30 Kasım 1853'te Rus donanması tarafından Sinop açıklarında batırıldı. Rusların bu ani hareketi ve Karadeniz'de durum üstünlüğü sağlamaları Boğazlar'ı ve İstanbul'u tehlikeye düşürdü. Bu durum Avrupa devletlerini endişelendirdi. Birleşik Krallık ve Fransa devreye girerek tarafları uzlaştırmak istedi, ancak yapılan teklifi Rusya reddetti. Bunun üzerine Fransa ve Birleşik Krallık, Rusya'ya bir ültimatom verdiler ve taraflardan şu isteklerde bulundular:
  • Eflak ve Boğdan'dan çekilmesi;
  • Osmanlı Devletinin ülke bütünlüğüne riayet etmesi;
  • Ortodoksların himayeciliği iddiasından vazgeçmesi.
Osmanlı Devleti'nden;
  • Vatandaşlarına eşit haklar tanıması ve tatbik etmesi;
  • Hıristiyanlara olumsuz muamelede bulunulmaması;
  • Karma mahkemeler kurulması;
  • Hıristiyan tebaadan vergi alınmaması talep edildi.
Çar, ültimatomu ve istekleri kabul etmedi ve Rus ordusuna Tuna nehrini geçerek ilerleme emrini verdi. Birleşik Krallık ve Fransa, 12 Mart 1854'te Rusya'ya savaş ilan ettiler.
Birleşik Krallık ve Fransa, Osmanlı Devleti lehine savaşa girerken Avrupa kamuoyunu tatmin edecek ve özel menfaatler sağlayacak tedbirleri almayı da ihmal etmediler. Bu maksatla 12 Mart 1854'te İstanbul'da; 10 Mayıs 1854'te Londra'da ve 14 Haziran 1854'te Avusturya ile antlaşmalar imzaladılar. Avusturya ile yapılan antlaşma Tuna eyaletlerinin Rus ordusundan boşaltılmasını öngörüyordu ve Avusturya, gerekirse asker göndermeyi taahhüt etmekteydi. Bu nedenle 15 Mart 1855'te Sardinya Krallığı da ittifaka katıldığını açıkladı.
Savaş devam ederken Osmanlı ülkesinin Epir, Etolya ve Teselya eyaletlerinde Rum halkının isyan hareketleri başladı. Yapılan ikazlar dikkate alınmadı ve bunun üzerine Fransızlar Pire limanına asker çıkararak Yunanistan'ı abluka altına aldılar. Bu hareket Yunanistan'ı tarafsızlığa mecbur etti ve Rusya da bir müttefikini kaybetti.
Savaş Tuna, Kafkas ve Karadeniz'de yoğunluk kazandı. Tuna cephesinde durum önce Osmanlılar lehine gelişti. Fakat bir süre sonra Rus ordusu Silistre'ye kadar ilerledi. (Bkz. Silistre Kuşatması) Bunun üzerine Britanyalı ve Fransızlar Gelibolu yarımadasına asker çıkardılar ve çıkan birlikleri Varna bölgesine sevk edildi. Bu sırada Avusturya da Rusya'yı baskı altına aldı. Rus ordusu Silistre önlerinden çekilmeye mecbur kaldı. Müteakiben de Eflak ve Boğdan'ı tahliye ederek savunmaya geçti.
Müttefikler, Rusya'yı barışa zorlamak için Kırım yarımadasında da bir cephe açmaya karar verdiler. 20 Eylül 1854'te 30 bin Fransız, 21 bin Britanyalı ve 60 bin Osmanlı askerinden oluşan müttefik kuvveti 89 harp ve 267 nakliye gemisiyle Kırım'a çıkarıldı. Ancak Kırım Savaşı düşünüldüğü gibi kısa sürede tamamlanamadı. 1855 ilkbaharında 140 bin kişilik bir müttefik kuvveti daha bölgeye çıkarıldı. Ruslar mağlup oldu ve çekilmek zorunda kaldılar. Kafkas cephesinde ise Ruslar başarı kazandılar ve Kars'ı ele geçirmeye muvaffak oldular. Bu sırada Çar I. Nikolay öldü, yerine geçen II. Aleksandr barış istemek zorunda kaldı. Barış şartlan Avusturya tarafından kendisine verilen bir ültimatomla bildirildi. II. Aleksandr istenen şartları esas tutarak barış teklifini kabul etti. Önce 15 Mayıs'tan 14 Haziran 1855'e kadar Viyana'da barış için hazırlık görüşmeleri yapıldı ve Paris Konferansı esasları tespit edildi. Rusya ile Osmanlı Devleti, Birleşik Krallık ve Fransa arasında Paris Antlaşması'nın imzalanmasıyla savaş sona erdi.
Kırım Savaşı'nda devletlerin harcama tablosu İngiliz Sterlini cinsinden şöyledir:[1]

1852 1853 1854 1855 1856 Toplam
Rusya 15,6 19,9 31,3 39,8 37,9 144,5
Fransa 17,2 17,5 30,3 43,8 36,3 145,1
İngiltere 10,1 10,1: 76,3 36,5 32,3 165,3
Osmanlı İmparatorluğu 2,8  ?  ? 3,0  ?  ?5,8
Sardunya 1,4 1,4 1,4 2,2 2,5 8,9
Osmanlı devletinin ağır diye nitelendirdiği harcamalar diğer devletlerin harcamalarının yanında kısıtlı kalmıştır.

Savaşın sonuçları

Kâğıt üzerinde, savaşın galiplerinden olan Osmanlı Devleti, aslında savaştan çok büyük zarar alarak çıkmıştır. Çok pahalı olan bu savaşı yürütebilmek için Osmanlı devleti, ödeme yeteneğinin çok üstünde borç almıştır. Endüstrileşmeyi kaçırdığı için ekonomisi çağdışı kalmış olan devlet, bu borçların altından kalkamayacak ve 1881 yılında II. Abdülhamit döneminde Düyunu Umumiye idaresinin kurulmasıyla, Avrupalı devletlerin mali denetimi altına girip, yarı sömürge olacaktır.
Kırım Savaşı'nın sonunda ilan edilen Islahat Fermanı, Osmanlı reform hareketlerinde çok önemli bir yer tutar. Islahat Fermanı'nın amacı, imparatorluk içindeki herkese Osmanlı yurttaşlığı vererek, yasalar önünde dine bakılmaksızın eşitlik sağlamaktı. Islahat Fermanı ile Batı'da dolaşan liberal düşünceler Osmanlı Devleti'ne girmeye başlayacaktır.
Kırım Savaşı, İtalya birliğine giden yolu hızlandırmıştır. Savaşa asker göndererek Birleşik Krallık'ın sempatisi ve Fransa'nın etkin desteğini kazanan Sardinya-Piemonte Krallığı, savaşı izleyen yıllarda İtalya birliğini kuracaktır.

Kırım Savaşı'ndaki önemli muharebeler

İlgili filmler

  • The Charge of the Light Brigade, (1936)
  • The Charge of the Light Brigade, (1968)

Galeri


93 Harbi

Vikipedi, özgür ansiklopedi
93 Harbi
Osmanlı-Rus Savaşları
Boj u Ivanovo-Chiflik.jpg
İvanovo Çiftlik Çarpışması (2 Ekim 1877)
Tarih 1877-1878
Bölge Balkanlar ve Kafkasya Bulgaristan, Bosna-Hersek, Sırbistan, Karadağ, Romanya
Sonuç Rusya İmparatorluğu'nun zaferi
Ayastefanos Antlaşması
Berlin Antlaşması
Taraflar
Osmanlı İmparatorluğu Osmanlı İmparatorluğu Rusya İmparatorluğu Rusya İmparatorluğu
Romanya Romanya
Sırbistan Sırbistan
Samara flag.png Bulgar gönüllüler
Flag of the Principality of Montenegro.svg Karadağ

Komutanlar
Osmanlı İmparatorluğu Ahmed Muhtar Paşa Osmanlı İmparatorluğu Hasan Sabri Paşa
Osmanlı İmparatorluğu Osman Nuri Paşa
Osmanlı İmparatorluğu Süleyman Paşa
Osmanlı İmparatorluğu Mehmet Ali Paşa
Osmanlı İmparatorluğu Abdülkerim Nadir Paşa
Osmanlı İmparatorluğu Ahmed Eyüb Paşa

Rusya İmparatorluğu Mihail Nikolayeviç
Rusya İmparatorluğu Nikolay Nikolayeviç
Rusya İmparatorluğu Mihail Skobelev
Rusya İmparatorluğu Mihail Loris-Melikov
Rusya İmparatorluğu Iosip Gurko
Rusya İmparatorluğu İvan Lazarev
Romanya I. Carol
Sırbistan Kosta Protić
Güçler
281.000 [1] Rusya — 410.000 asker[2]
Romanya — 60.000 asker[3]
Sırbistan — 81.500 asker[3]
Bulgaristan — 40.000 asker (Gerilla)[3]
Karadağ — 25.000 asker[3]
Kayıplar
30.000 ölü ve 90.000 hastalık sebebiyle ölü[3] Rusya — 15.567 savaşta ölü
56.652 yaralı
6.824 yara sebebiyle ölü
81.363 hastalık sebebiyle ölü
1.713 başka sebeplerden ölü
3.500 kayıp
35.000 terhis [4]
Romanya — 4.302 ölü ve kayıp
3.316 yaralı
19.904 hasta [5]
Bulgaristan — 15.000 ölü ve yaralı[3]
Sırbistan — 5.000 ölü ve yaralı[3]
93 Harbi ya da 1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı, (Rusça: Русско-турецкая война, Russko-Turetskaya voyna; 1877-1878) Osmanlı padişahı II. Abdülhamit ve Rus çarı II. Alexander döneminde yapılmış olan bir Osmanlı-Rus Savaşı'dır. Rumi takvime göre 1293 yılına denk geldiğinden Osmanlı tarihinde 93 Harbi olarak bilinir. Hem Osmanlı Devleti'nin batı sınırındaki Tuna (Balkan) Cephesi'nde, hem de doğu sınırındaki Kafkas Cephesi'nde savaşılmıştır. Savaşa hazırlıksız yakalanan Osmanlı Devleti, çok ağır bir yenilgi almıştır. Savaşın başlıca sebepleri; Osmanlı Devleti'nde yaşanan azınlık isyanları, Rusya ve Batı Avrupa ülkelerinde, Osmanlı Devleti'nde yaşayan Hıristiyanların insan haklarının çiğnendiği konusunda oluşan tek taraflı kamuoyu, Rusya'nın Balkanlardaki genişleme siyaseti, Romanya ve Bulgaristan'ın bağımsızlık istekleri ve Panslavizm akımıdır. Avrupa'nın büyük güçleri savaşı önlemek için İstanbul'da Tersane Konferansı'nı toplamışlar, ancak Osmanlı Devleti'ne yaptıkları taleplerin reddedilmesi üzerine savaş patlak vermiştir.
Yaklaşık 1 yıl süren savaşta Osmanlı orduları, savunma savaşı yapmıştır. Batılı devletler ise tarafsız kalarak, savaşı bitirmek için arabuluculuk yapmıştır. Özellikle Balkanlarda bu olaylar neticesinde etnik temizlikler yaşanmış ve yer yer kırımlar görülmüştür. Sonunda batıdaki Osmanlı savunma hatlarını kıran Rus ordularının önü açılmış, dirençle karşılaşmadan İstanbul'un eşiğine (Yeşilköy) kadar ilerleyerek[6] Osmanlı Devleti'nin varlığını tehdit etmiş ve bunun sonucunda Osmanlı Devleti Ayastefanos Antlaşmasını imzalamak zorunda kalmıştır. Ancak Batı Avrupa ülkelerinin bu antlaşmanın koşullarından hoşnut kalmamaları sonucu bu antlaşma geçerliliğini yitirmiş ve yeniden imzalanan Berlin Antlaşması ile Osmanlı Devleti, çok fazla toprak kaybetmiş, Balkanlar'daki nüfuzunu büyük ölçüde yitirmiştir. Balkanlar'da ve Kafkasya'da sayıları 1 milyonu aşkın Osmanlı vatandaşı mülteci konumuna düşmüş, savaş süresince ve savaştan sonra Anadolu'ya dev göç dalgaları yaşanmıştır.

Savaş öncesi durum

Osmanlı Devleti'ndeki Hıristiyan hakları sorunu

Rusya İmparatorluğu 18. yüzyılda güçlenmiş ve zamanla kendisini Ortodoks dünyasının lideri ve koruyucusu olarak görmeye başlamıştı. Bu nedenle de Osmanlı Devleti'nin Balkanlarda yaşayan ve çoğunluğu Ortodoks olan Hıristiyan vatandaşlarının haklarını korumak bahanesiyle İstanbul'daki elçileri vasıtasıyla Osmanlı hükümetinden çeşitli taleplerde bulunmaya başladı. Nitekim 1853 yılında, Rusya'nın Kudüs topraklarındaki İsa'nın doğduğu kilisenin anahtar hakimiyetinin Ortodokslara verilmesi talebi Kırım Savaşı'na yol açtı. Bu savaş İngiltere ve Fransa'nın da müdahelesiyle Osmanlı zaferiyle sonuçlandı. Ama gene de Rusların istediği gibi, kilisede Ortodoks rahiplere de söz sahipliği verildi. Böylece Rusya, kendisini Ortodoksların sözcüsü olarak kabul ettirmişti, nitekim Ortodokslar da bundan hoşnuttu. [kaynak belirtilmeli]
1858 yılında da Osmanlı yönetimindeki Lübnan topraklarında Hıristiyanlarla ilgili bir sorun yaşandı. Fransızların desteklediği Maruniler ile İngilizlerin desteklediği Dürziler çatışmaya başlamıştı. Kayıplar artıyor ve bölgede iç savaş tehlikesi büyüyordu. Fransız basını, Lübnan'da Hristiyanlara yönelik katliamların yapıldığını yazıyordu[7]. Dönemin Hariciye nazırı Keçecizade Fuat Paşa, Lübnan topraklarına giderek çatışmaları bastırdı. İsyanın ele başlarını idam ettirdi. Ama Osmanlı Devleti Fransız ve İngilizlerin baskısıyla Lübnan'a Hristiyan bir vali atanmasını kabul etmek zorunda kaldı. [kaynak belirtilmeli]
1861 yılında tahta çıkan sultan Abdülaziz'in döneminde de Osmanlı Devleti'nin Hristiyan halkları arasında huzursuzluklar devam etti. Saltanatının ilk yılında Sırbistan topraklarında ayaklanmalar başladı. Kendilerini geniş anlamdaki Slav milletinin bir parçası olarak kabul eden Sırp halkı özerklik talebiyle ayakladı. Çeteler kuruldu. Müslüman halkla karşılıklı kıyımlar yaşandı. İstanbul hükümeti, bölgeye müdahele etti. Fakat tam başarı elde edilemedi, Ömer Paşa kumandasındaki Türk askerleri, Belgrad'ı topa tutunca birçok kayıp verildi. Avrupa kamuoyunda Türklerin aleyhinde bir tutum gelişti. Paris Antlaşması'nın ihlal edildiği söyleniyordu[8]. Bunun üzerine görüşmeler yapıldı, Osmanlı Devleti için önemli olan birçok kale, özerkliğini kazanmış olan Sırbistan'a bırakıldı. Belgrad ve gerisi ise yine Osmanlı'da kaldı. 1864 yılında ikinci bir İstanbul protokolü yapıldı. Buna göre Romanya, prenslik haline geldi. Bölgedeki Osmanlı nüfuzu azalıyordu, daha sonra Romanya da özerkliğini kazandı ve 1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşında Rusya tarafında savaştı.[kaynak belirtilmeli]
1866 yılında da Girit adasında ayaklanmalar patlak verdi. Bağımızlığını 1832 yılında kazanmış olan Yunanistan Krallığı, Girit'i de Yunan yönetiminde görmek istiyordu. Yunanistan'ın kışkırtmalarıyla Girit adasında yaşayan Rum halkı Osmanlı yönetimine isyan etti (1866). Rum çetelerini Yunan Krallığı, dolaylı olarak ta Avrupalı devletler destekliyordu. Bölgedeki kırımlar artmaya başladı, müdahelelerde sonuç alınamadı. Sadrazam da heyet topladı ve Girit idaresinde değişiklik yapıldı. Buna göre valinin iki yardımcısından biri de Rum olacaktı. Buna rağmen çete savaşları bitmedi, Yunanlılar bu çeteleri desteklemeye devam edince Osmanlı Devleti ültimatom verdi. Ancak 1869 yılında Yunanistan'la yapılan bir anlaşma sonucu, Yunanistan bu tutumundan vazgeçti[9] ama 19. yüzyılın sonlarında ayaklanmalar tekrar alevlendi ve 1898 yılında Girit'in özerklik kazanmasıyla sonuçlandı.

Avrupa'daki güç dengeleri

Alman birliğini sağlayan Prusya lideri Otto von Bismarck
19. yüzyılın ortalarında Avrupa birçok savaşa sahne olmuştu. 1866 yılında bir Prusya-Avusturya Savaşı patlak verdi, 7 hafta süren savaşı Prusya ve müttefikleri kazandı. Böylece diğer Alman eyaletlerinde Prusya egemenliği baş gösterdi. 1870 yılında başlayan Fransa-Prusya Savaşı ise 1 yıl sürdü ve kesin Prusya zaferiyle sonuçlandı. Böylece Alman kökenli eyaletler birleşerek Alman İmparatorluğu'nu kurdular. Bundan itibaren Almanya sürekli güçlendi, Avrupa'nın söz sahibi ülkelerinden biri haline geldi. Fransa ise ağır bir darbe aldı, ekonomik açıdan önemli birçok topraklarını kaybetti ve III. Cumhuriyet kuruldu. 1866 yılındaki yenilgi sonrası Avusturya İmparatorluğu, prestij kaybetti ve Macaristan ile birleşerek Avusturya-Macaristan İmparatorluğunu kurdu. Avrupa'daki eyaletlere bölünmüş ülkelerin yönetimleri birleşik bir yönetim biçimine geçiyordu.
İtalyan birliğini kurma ümitleriyle Kırım Savaşı'na katılmış olan Sardinya Krallığı da 1861 yılında amacına ulaşarak bu birliği sağladı ve İtalya Krallığı kuruldu. İtalyanlar da aynı Almanlar gibi, gecikmeli olsa da sömürgeciliğe başladılar. 19. yüzyılın sonlarına gelindiğinde Avusturya güç kaybetmiş, İtalya ve Almanya ise güçlenmişti. Rusya ise yenileşme sürecindeydi. Kırım Savaşı'nda ağır bir yenilgi alan Ruslar, Prusyalı subaylar getiriyor ve orduyu ıslah ediyorlardı. Balkanlar'da da Slav propagandası yapılıyordu. İngiliz İmparatorluğu, Avusturya-Macaristan İmparatorluğu ve İtalya Krallığı, Rusya'ya karşı bir tutum içindeydi. Avrupa ülkeleri arasında yalnızca Alman İmparatorluğu, Rusya'ya dostça davranıyordu.
Balkanlar'daki güç dengesi de değişmişti. Bölgedeki Osmanlı nüfuzu azalıyordu. Milliyetçilik akımı güçleniyor, bölgede katliamlar gerçekleşiyordu. Sırplar ve Yunanlılar bağımsızlıklarını kazanmıştı. Romanya ise özerkleşmiş, Bosna'da da özgürlük hareketleri başlamıştı. Sırplar, Rusya'ya yaklaşıyor ve kendilerini ortak bir Slav ırkından sayıyordu. Osmanlı yönetimi 19. yüzyıl başlarından beri Balkanlardaki karışıklıklarla uğraşıyordu. 93 Harbi'ne birkaç yıl kala, Osmanlı devleti'nde büyük bir ekonomik sıkıntı başgöstermişti. Bu sıkıntıyı gidermek üzere vergiler arttırıldı. Bu da Bulgar isyanları'na yol açtı.

1876 Balkan isyanları

Rus ressam Konstantin Makovsky tarafından çizilen, Türklerin Bulgarlara zulmetmesini resmeden propaganda amaçlı tablo
Osmanlı hazinesi, Sultan Abdülmecit'in döneminden beri yapılan aşırı harcamalar sonucu Avrupa'ya karşı ağır bir şekilde borçlanmıştı ve bu borçları ödeyebilmek için Balkanlardaki vergileri yükseltmişti. Bu ağır vergiler Balkan halkları arasında hoşnutsuzluk yarattı. Ayrıca Kafkaslar'dan Ruslar tarafından Çerkes Sürgünü sonucu göçe zorlanan Çerkez ve Abhaz gibi Müslüman gruplar Balkanlar'da yerleştirilmiş[10]; bu göçmenlerle Balkanlar'ın yerlisi olan Hıristiyanlar arasında büyük bir düşmanlık ortaya çıkmıştı. Nisan 1876 zamanında ortaya çıkan Bulgar isyanları, başıbozuklar vasıtasıyla bastırıldı. Fakat isyanların bastırılması sırasında ölen Bulgarlar için Avrupa'da büyük bir sempati oluştu. İsyanlar sırasında ölen Müslümanların sayısını hiçe sayan Avrupa basını, Osmanlı Devleti'ne karşı çok olumsuz bir kamuoyu yarattı.
Bulgar isyanları'ndan kısa bir süre sonra, Sırplar da topyekün savaşa girişti. 30 Haziran 1876 tarihinde Sırbistan, Osmanlı Devleti'ne savaş ilan etti. Temmuz ayına gelindiğinde, Bulgarları savunan Avrupa kamuoyu, Sırpları da savunmaya başladı. Rus çarı II. Alexander ve prens Aleksandr Mihayloviç Gorçakov, Avusturya-Macaristan İmparatorluğu imparatoru Franz Joseph ile 8 Temmuz 1876 tarihinde bir görüşme yaparak Avusturya'ya, Osmanlı Devleti'ne karşı bir ittifak teklifinde bulundu[11]. Avusturya ile Rusya, daha önce Osmanlı'ya karşı yaptıkları son ittifaklarını 1787-1792 Osmanlı-Rus Savaşı'nda kurmuşlardı. Fakat Prusya'ya ve İtalya'ya yenilmiş olan Avusturya, henüz toparlanamadan bir savaşa daha girmek istemedi. Rusların büyük miktarda toprak teklifine rağmen fakat sonuç alınamadı. Rus yönetimi yalnız kaldı. Temmuz ayında, Osmanlı Devleti'yle savaşan Sırp saflarında Rus askerleri de görünmeye başlamıştı. Ayrıca Rus ordusu, Sırplara silah ve asker yardımı da yapıyordu[12]. Buna rağmen Osmanlı ordusu, Sırpları yenmeyi başardı. Sırpların hücum kolları imha edildi, savunma hatları safdışı bırakıldı ve Sırbistan çok güç durumda kaldı. Ağustos ayında, Sırplar ateşkese razı oldular ve Avrupa'dan arabulucuk yapmalarını istediler.

Savaşı önleme çabaları

Tersane Konferansı'na katılan delegeler
Avrupa'nın da baskısıyla Osmanlı tarafı, barış yapmaya razı oldu. Balkanlardaki bütün bu sorunları çözüme ulaştırmak için İstanbul'daki Tersane-i Amire'de uluslararası bir konferans yapılmasına karar verildi. Tersane Konferansı adı verilen bu konferansta Osmanlı Devleti'ne Balkanlardaki Hıristiyan halklarıyla ilgili ağır baskılar yapılması bekleniyordu. Konferansın kararlarını yumuşatmak için tahta yeni çıkmış olan II. Abdülhamit konferansın toplandığı 23 Aralık 1876 günü alelacele I. Meşrutiyet'i ilan etti. Ama yine de konferans Osmanlı Devleti'ne karşı çok ağır kararlarla sonuçlandı. Bu kararların Osmanlı Devleti'nce reddedilmesi üzerine Rusya, Paris Antlaşması'nın (1856) Karadeniz'de tersane ve savaş gemisi bulundurulmayacağına ilişkin hükümlerini tanımadığını bildirdi. Ardından da Ortodoks uyruklarına söz konusu antlaşmadaki hükümleri uygulaması için Osmanlı Devleti'ne baskıda bulunmaya başladı. Bu sırada Birleşik Krallık, Rusya'nın Osmanlılara savaş ilan etmesini önlemek amacıyla Londra Konferansı'nın toplanmasına önayak oldu. Osmanlı sadrazamı İbrahim Edhem Paşa, konferansta hazırlanan protokolü içişlerine müdahale sayarak reddetti. Ülkedeki Panslavist akımların etkisiyle protokolün reddini bir savaş nedeni sayacağını önceden bildirmiş olan Rusya 24 Nisan 1877'de Eflak ve Boğdan'a girerek Osmanlılara savaş açtı. Kısa bir süre sonra da tam bağımsızlığını kazanmak isteyen Romenler savaşa Rusların safında katıldı[13]. Bulgar isyancıları ve Sırplar da Osmanlılarla savaşan Ruslara ve Romenlere katıldı.

Savaşın gidişi

Savaşın haritası
Osmanlı İmparatorluğu'nu hem doğudan, hem de batıdan kıskaca almak isteyen Rusya, 24 Nisan 1877 tarihinde Osmanlı Devleti'ne bağlı Romanya'ya girdiği gibi, 27 Nisan 1877 tarihinde de Osmanlı Devleti'nin doğu sınırındaki Doğubeyazıt'a girdi. Osmanlılar böylece Kafkasya ve Tuna olmak üzere iki cephede, kendilerinden silah ve asker gücü bakımından çok daha üstün durumdaki Rus ordusuna karşı zorlu bir savunma savaşı vermek zorunda kaldılar.

Tuna cephesi

Hem Rus, hem de Osmanlı tarafının güçlerini en yoğunlaştırdığı cephe Tuna cephesi idi. Savaş başladığında Çırpanlı Abdülkerim Nadir Paşa Rumeli Ordusu başkomutanı olarak Balkanlardaki bütün Osmanlı birliklerinin en üst düzeydeki komutanı durumundaydı. Bölgedeki Osmanlı kuvvetleri Rusçuk, Silistre, Şumnu ve Varna arasında bulunan Ahmed Eyüb Paşa'nın komutasındaki Doğu Tuna Ordusu, Vidin'de üslenen Osman Nuri Paşa'nın komutasındaki Batı Tuna Ordusu ve ikisinin arasında yer alan Süleyman Hüsnü Paşa'nın komutasındaki Balkan Ordusu olmak üzere üç ordudan oluşuyordu[14]. Balkanlardaki Rus birliklerinin en yüksek düzeydeki başkomutanı ise Grandük Nikolay Nikolayeviç idi. Ancak savaş meydanındaki Rus birliklerine komuta eden kişi General İosip Gurko idi.

Rusların Tuna'yı geçerek ilerlemeleri

Rus ordusu, küçük filolar ile Tuna Nehri'ni geçerken (21 Haziran 1877).
Rus ordusu, savaş ilanından bir süre sonra Rumen ordularıyla beraber Tuna Nehri'nin kuzeyinde toplanmaya başladı. Osmanlı ordusu da hazırlıklarını sürdürüyor, gönüllü askerler yazılıyordu. Bu süreçte Romen topçuları, nehirdeki Osmanlı gambotlarını dağıtmayı başardı. Böylece nehri savunan Osmanlı deniz gücü ortadan kalkmış oldu. Savaş ilanından iki ay sonra, 21 Haziran 1877 tarihinde Rus askerleri, tekneler ile nehri geçmeye başladı. Rusların nehri geçmesini önlemek ile görevlendirilen Osmanlı güçleri, zamanında yetişemedi. Ruslar nehri büyük bir direnişle karşılaşmadan aştı. Bu başarısızlık, avantajın Ruslara geçmesine sebep oldu. Zira Tuna'dan sonra daha büyük bir engel yoktu. 27 Haziran gecesi, Ziştovi'ye bağlanmak için gizlice bir köprü kuruldu.
Niğbolu'nun Rus güçlerince işgali.
Ruslar, nehri geçtikten beş gün sonra nehre en yakın yerler olan Ziştovi ile Niğbolu'ya taarruz etti. Ziştovi Muharebesi ve Niğbolu Muharebesini kolayca kazandılar[15]. Balkan ana ordusu henüz yetişememişti ve Rus askerleri, her bakımdan Türk askerlerine göre üstündü. Savaşın başındaki bu başarısızlıktan dolayı Başkumandan Abdülkerim Nadir Paşa görevden alındı ve 18 Temmuz'da yerine Mehmet Ali Paşa getirildi. Bu genç paşanın böyle önemli bir göreve getirilmesi, subaylar arasındaki birliği bozdu. Tırnova ve Niğbolu'nun düşmesi, Türk kamuoyunda büyük üzüntüye ve umutsuzluğa neden oldu. Çünkü Osmanlının planı bozuluyordu. Plan şöyle idi: Süleyman Hüsnü Paşa'nın birlikleri, Şıpka geçidini geçecek ve kontrol altında tutacaktı. Kuzeydeki Osmanlı orduları da (Osman Paşa ile Ahmed Eyüb Paşa'nın orduları) Rus ana ordusunu kıskaca alarak durduracaktı. Süleyman Paşa'nın ana ordusu da yetişince, nehre doğru Türk taarruzu başlayacak ve Ruslar, Türk toprağından atılacaktı. Nehrin geçilmesinden birkaç hafta sonra, 17 Temmuz 1877 tarihinde Şıpka geçidi de düştü.[16]. Vidin'deki Osman Paşa birlikleri Şıpka Geçidi düşünce yürüyüşe geçti. Plevne yönüne gidilecek, bölge kontrol altına alınacak ve Niğbolu da kurtarılacaktı.[17]

Plevne Savunması

30 Ağustos 1877 tarihinde Rus taarruzu ile Plevne'nin ön safları ele geçirildi. Az sonra Osman Paşa'nın emriyle yeni taburlar geldi ve Rus askerleri bu tabyalardan çıkmak zorunda kaldı.[18]
Ruslar, Bulgar topraklarında bir hayli ilerlemesine rağmen, kuzeyde hala direnen ve başarılı olan Osmanlı bölgeleri vardı. Oldukça stratejik önemi olan Plevne ve Lofça, henüz işgal edilmemişti. Daha doğuda olan ve Doğu Tuna ordusu'nun kapısı olan Elena kasabası da Temmuz ayında Rus saldırısını püskürtmüştü. Osmanlı birlikleri Şıpka Geçidi'ni geri almak için çarpışırken General Yuri Şilder-Şuldner komutasındaki Rus birlikleri Osmanlı ordusunu Plevne'de abluka altına aldılar. Plevne Kalesinin komutanlığını Osman Nuri Paşa üstlenmişti. Kuşatmaya Rus generalleri Mihail Skobelev, Nikolay Kridener ve Kral I. Carol'un emrindeki Rumen askerleri de katıldı. Aslında Plevne'deki Osmanlı birliğinin amacı başkaydı; Niğbolu'ya gelinecek ve burada Rus ordusu durdurulacaktı. Fakat Niğbolu'ya Rus ana ordusunun girmesi, bir de Şıpka geçidinin düşmesi bu planı bozdu[19]. Osman Nuri Paşa, yakınında bulunan Plevne'ye çekilmekle yetindi.
Plevne Savunması'nın komutanı Osman Nuri Paşa.
Plevne'deki Osmanlı orduları beklenmedik bir şekilde başarılı bir savunma koydular. Rus ordusu aylar boyunca taarruzlara devam etti. Fakat sonuç alamadılar ve çok fazla zaiyat verdiler. Yaklaşık 5 ay boyunca Ruslar, bu kasabayı ele geçirmek için savaştı. Kuşatmanın ilk safhalarında tek yönlü taarruz uygulandı. Ağustos'ta Rus taarruzu geri püskürtüldü. Avrupa kamuoyunda Rusların yenileceği ve savaşı Osmanlıların kazanacağı söylenmeye başlandı[20][21]. Rus ordusunda moralsizlik başladı. Plevne'ye güneydeki Lofça kasabasından da mühimmat ve takviye birlikleri geliyordu. Eylül ayına gelindiğinde Plevne'deki Osmanlı gücü 40.000 askeri bulmuştu. Rus generalleri, kasabayı tam bir kuşatma altına alma kararı aldılar. Bunun için Plevne'ye mühimmat ve takviye sağlayan Lofça'ya saldırıldı (Bkz. Lofça Muharebesi). Bu kasaba 3.Plevne Muharebesinden hemen önce kaybedildi. Buna rağmen 3.Plevne muharebesi osmanlı zaferi ile sonuçlandı. Rus komutanlığı bunun üzerine Plevne'yi tamamen kuşatma kararı aldı. Radomirçe ve Teliş Mevziileri yoğun rus saldırıları ile alınarak Plevne üzerindeki çember daraltıldı. Bunun yanında Gosif Gurko, 24 Ekimde Gorni Dubnik Muharebesi'ni kazanarak Sofya - Plevne arasındaki tek lojistik yoluda kesti. Böylece Plevne'ye giden tüm yollar kapanmış oldu. Buna rağmen Osmanlı direnişi devam etti. Erzağı, cephanesi biten Osmanlı askerleri, Rus taarruzlarına karşı bir süre daha direndi.Plevne'ye yapılan 13 Ekim ve 13-14 Kasımdaki Rus ve Romen kısmi saldırıları püskürtüldü. Osman Paşa, güneydeki Şıpka Geçidi Muharebeleri'ndeki Osmanlı taarruzlarından ümitliydi. Bu saldırılar başarıya ulaşırsa, Plevne'ye yardım gelebilir ve Rus ordusu dağılabilirdi. Fakat Osmanlı taarruzları sonuç almıyordu.
Rusya'nın Tuna cephesi komutanı Nikolay Nikolayeviç.
2 Ekim'de başarısız bulunan Mehmet Ali Paşa da başkomutanlık görevinden alınarak yerine Süleyman Hüsnü Paşa getirildi.Süleyman Hüsnü Paşa,Deli Fuat Paşa ile birlikte Elena ve Tırnova, Maçka yönünde kuzey Bulgaristanda Ruslara saldırılarda bulundu. 4 Aralık 1877'de Osmanlı Ordusu Elena Muharebesini kazansa da bu muharebedeki zafer fazla bir yarar getiremedi. Zira Maçka yönündeki Osmanlı saldırıları bir ilerleme sağlayamadı. Artık gücü kalmayan Osmanlı askerleri, çareyi 9 Aralık günü yarma harekatına girmekte buldu. Rusların ilk safları yarıldı fakat Osmanlı kaybı çok artmıştı ve Rusların gücü çok fazlaydı. Osman Nuri Paşa, 10 Aralık 1877 tarihinde teslim olmayı kabul etti. Plevne Savunması, yaklaşık 35.000 Rus kaybına sebep olmuştu. Plevne, Rus ana ordusunu durduran önemli bir noktaydı. Buranın da düşmesi, İstanbul'un yolunu açtı.[22]. Bununla birlikte Süleyman Paşa komutasında ki,Osmanlı ordusu Tırnova'yı ele geçirme ve Plevne'ye yardım götürme amaçlı Maçka Muharebesi 12 Aralık 1877'de kaybederek zaten Plevne teslim olmasa bile,Plevnede ki kuşatmayı yarma ve Bulgaristan'dan rusları çıkarmadaki son fırsatı da harcamıştı.Böylece Kuzey Bulgaristan'da ruslar mevziilerini sağlamlaştırıp saldırıya geçti. Plevne'nin düşmesinden sonra Bulgar halkı, Türk yaralılarını katletmeye başladı[23], Sırplar da Osmanlılara karşı yoğun saldırıya geçtiler. Türk kontrolündeki Sırbistan'ın bazı güney bölgelerini ele geçirdiler.

Osmanlıların Balkanlardaki son direnişleri

Plevne'nin doğusunda, Ahmed Eyüb Paşa komutasındaki Osmanlı ordusu direniyordu. Elena'da Osmanlı başarısından sonra Rus ordusu taarruza devam etmişti. Rusçuk yönünden de başarılı bir direniş gerçekleşti. Fakat Rus ordusu, ani bir saldırı ile Köstence'ye girdi. 1878 yılına girildiğinde Rus ordusu, Plevne engelini de kaldırmıştı ve Ahmed Eyüb Paşa ordularına daha fazla yoğunlaştı. Köstence ve Rusçuk yönünden saldırıya geçtiler. Çapraz ateşe düşen Osmanlı ordusu fazla direnemedi. Dobruca ve Kavarna art arda düştü. Dağılmış Osmanlı askerleri, Varna'da teknelere binerek bölgeyi terk etti. Böylece Balkanlardaki Osmanlı direnişi son bulmuş oldu. Avrupa kamuoyunda savaşı Rusların yeneceği fikri benimsendi. Zira Şıpka Geçidi Muharebeleri de ağır Osmanlı yenilgisiyle sonuçlanmıştı. Plevne muharebesi devam ederken İosif Gurko komutasındaki sadece bir Rus tugayı, geçidi ele geçirmişti. Süleyman Hüsnü Paşa komutasındaki yaklaşık 30.000 kişik Osmanlı tümeni de geçidin etrafını sarmış ve Ruslar zor durumda kalmıştı. Bu durum sebebiyle Süleyman Paşa, Osmanlı kamuoyunda kahraman olarak görülüyordu. Türk taarruzları Ocak'a kadar devam etti. Rus gücü 60.000'i buldu ve Ocak ayında Osmanlı birlikleri ani bir Rus saldırısına uğradı. Ağır zaiyat veren Osmanlı askerleri, bölgeyi terk etti. Böylece Edirne'nin de yolu açılmış oldu. Şıpka geçidi, savaşın kaderini belirleyecek önemli bir geçitti. Savaş Osmanlı zaferiyle sonuçlansaydı, Plevne kuşatması kesin Osmanlı zaferiyle sonuçlanabilir ve Ruslar hızla çekilebilirdi[24].

Kafkasya cephesi

Kafkasya Cephesi haritası
Kafkasya'da Rus ordusunun 75,000 askeri Rusya'nın Kafkasya valisi Grandük Mihail Nikolayeviç'in komutasında idi. Nikolayeviç'in emrindeki alt düzeydeki komutanlar ise çoğu Ermeni asıllı olan Beybut Şelkovnikov, Mihail Tarieloviç Loris-Melikov, İvan Davidoviç Lazarev ve Arshak Ter-Gukasov ile Rus asıllı Vasiliy Aleksandroviç Geyman idi. Rus ordusu yalnız değildi. Gürcüler Ermeniler,Terek Kazakları tarafından destekleniyorlardı. Osmanlı ordusu ise Ahmed Muhtar Paşa'nın komutasındaki 80.000 askerden oluşuyordu. Ruslar'ın kendi geliştirdikleri top mermileri bulunuyordu. Osmanlı'da ise İngiliz yapımı toplar mevcut idi.[25] Rus topçu birlikleri, gelişme döneminde Prusyalı subaylarca eğitilmiş tecrübeli birliklerdi. Kafkas Rus ordusu, Akkilise - Gümrü ve Iğdır yönünden taarruza geçti. Osmanlı birlikleri ise Kobuleti - Kars - Ardahan ve Doğubeyazıt arasında bulunuyordu.

Doğubeyazıt'ın düşmesi

Doğubeyazıt savunması
Ruslar için Kafkasya cephesi, Tuna cephesi kadar başarılı olamadı. Çünkü yeterince ilerleme şansı bulamamışlardı. 27 Nisan 1877 tarihinde Doğubeyazıt Rus işgaline girdi. Fakat Kürt gruplarının da gerilla saldırıları sebebiyle ilerlemeleri zorlaştı. Arazinin aşırı dağlık olması, gerilla saldırıları ve Osmanlı direnişleri, Rusları durdurmaya yetiyordu. Kafkasya cephesinde Ahmed Muhtar Paşa komutasındaki Osmanlı birlikleri, General Loris-Melikov komutasındaki Ruslara karşı uzun süre direndi. 17 Mayıs'ta ise Ardahan Ruslarca işgal edildi.[25][26] Böylece Rus ordusu stratejik önemi büyük Kars'ın gerisine sızdı. Mayıs ayının son haftasında Kars kuşatıldı. Fakat Kars gerisinde bulunan Halyaz ve Zivin bölgelerinde Osmanlı başarısı gerçekleşti. Daha sonra Gedikler Muharebesi (25 Ağustos 1877) ve Yahniler Muharebesi (4 Ekim 1877) de Osmanlı zaferiyle sonuçlandı. Böylece Kars'taki Rus tehlikesi savuşturuldu. Alacadağ Muharebesi'ne kadar Rusların kaybı 10.000 kadardı. Osmanlı kaybı ise yaklaşık 2.500 idi.

Kars-Erzurum savunması

Osmanlı Kafkas Cephesi komutanı Ahmed Muhtar Paşa
Rusya'nın Kafkas Cephesi komutanı Mihail Nikolayeviç Romanov
15 Ekim'deki Digor'da gerçekleşen Alacadağ Muharebesi'nde Ruslar takviye ile Osmanlı savunma hattını arkadan çevirdi ve Osmanlı'nın 5-6,000 ölü ya da yaralı ile 8,500 savaş esiri kaybı oldu.[25] Kafkas cephesindeki Osmanlı kuvvetleri çözülmeye başladı. 17 Kasım 1877 tarihinde Kars, tekrar kuşatıldı. Şehri yaklaşık 25.000 Osmanlı askeri savunuyordu. Cephane ve sayı üstünlüğü olan Rus ordusu, şehrin etrafını sarmıştı. Kars işgal edildi ve Osmanlı kaybı yaklaşık 2.500 ölü idi. Rusların kaybı da o kadardı ve Türkler, geri kalan askerlerini esir vermişti. Ahmed Muhtar Paşa, Kars-Erzurum arasında kurduğu savunma hattında kış koşullarını iyi değerlendirerek üstün bir savunma savaşı verdi[27].Deveboynu Muharebesi ağır Osmanlı kayıpları,Rus zaferi ile sonuçlanmasına, Ruslar ardından ilerleyerek Erzurum'a doğru taarruz etmelerine karşın bu savunma hattını geçemediler. Nene Hatun ve diğer Erzurumlu vatandaşlar Aziziye Tabyası'nda savunma yaptı. Türk kamuoyunda bu olay, kahramanca gösterildi. Gazi Ahmed Muhtar Paşa, çok yıpranmış ve destek alamayan ordusunun imha olmasından endişelendi. Osmanlı Erzurum'dan çekildi ancak Erzurum'un çevresi Rus Ordusunca sarılsa da Ruslar,ikinci bir sert direniş olabilir endişesiyle şehre tekrar doğrudan saldırmadılar.Erzurum'u tamamen sarıp abluka altında aldılar.Bununla birlikte Rus ordusu Bayburt ile Çoruh vadisine burada kurulmaya çalışılan, doğudaki son Osmanlı savunma hattına kadar ilerledi. Bu arada İstanbul'un rus işgali tehlikesi altında kalma durumu belirince elindeki az kuvvetle başarılı bir savunma yaptığı düşünülen Ahmet Muhtar Paşa, buradaki görevinden alınıp, acilen balkanlardaki ve İstanbul'daki kuvvetlerin başına getirildi. Savaşın bitmesinden sonra Ayastefanos Antlaşmasında Erzurum Ruslara teslim edilip, bırakılsa da; Berlin Antlaşması sonrası Rus ordusu Erzurum'dan geri çekildi ama Kars, Ardahan, Artvin ve Batum; Berlin Antlaşması'yla Rusya'ya bırakıldı. Bu şehirler, yeni Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti'nin Sovyetler Birliği ile 16 Mart 1921 tarihli Moskova Antlaşması'na kadar Rusya'nın elinde kaldı.

Savaşın bitmesi

Rus ordularının duraklaması ve ateşkes imzası

Ateşkesin (Ayastefanos Antlaşması) imzalandığı konak
1878 yılına girildiğinde Ruslar Plevne Savunması'nı kırmış, İstanbul'a doğru ilerlemeye başlamışlardı. Rusların İstanbul'a varana kadar önünü kesecek hiçbir ciddi Osmanlı savunma birlikleri bulunmuyordu. İstanbul'un işgal edilmesinden korkan Osmanlı Devleti, 31 Ocak 1878 tarihinde Rusya'ya ateşkes teklifinde bulundu. Bu arada Osmanlı'nın bu zayıf durumundan istifade eden Rus desteğiyle Yunanistan savunmasız durumdaki Teselya bölgesini işgal etti. Durum Osmanlı için faciaydı; bütün Bulgaristan, Kuzey Yunanistan, Makedonya, Sırbistan bölgeleri ile Edirne Rusya ve müttefiklerinin elindeydi. Ateşkes teklifi, Rusya tarafından kabul edildi. Fakat Rus kuvvetleri İstanbul'a doğru ilerlemeye devam ettiler. Tekirdağ, Çorlu Rus birliklerince işgal edildi. Nihayetinde Rus ordusu İstanbul'a da girdi. Balkanlarda Ruslara direnecek düzenli bir ordusu kalmayan Osmanlı İmparatorluğu yıkılma tehlikesiyle karşı karşıyaydı. Kuleli Askeri Lisesi tahliye edildi[28], İstanbul'da olağanüstü önlemler alınıyordu.Doğu cephesindeki başarıları sonrası buradan acilen İstanbul'daki Osmanlı Ordusunun komutanlığa getirilen Ahmet Muhtar Paşa, Yeşilköy'de Ruslara karşı elinde kalan son kuvvetleri bir araya getirip, son bir savunma hattı daha kurmaya uğraşıyordu. Avrupa ülkeleri ise Rusların bu başarısından hoşnut değildi. İngiltere, Rusların ilerlemesini durdurmak için İstanbul boğazına filosunu gönderdi[29]. Rusya'ya verdiği bir nota ile Paris Antlaşması hükümlerince Rusların İstanbul'u işgal etmeleri halinde müdahele etme hakları bulunduğunu bildirdi[29].
Ayastefanos Antlaşması'nın imzalanması
Rus ordusu da Ayestefanos (Bugünkü adıyla Yeşilköy) bölgesinde durdu. Avrupalı devletlerin (İngiltere, Avusturya-Macaristan İmparatorluğu, Almanya) arabuluculuğuyla ateşkes ilan edildi[29]. 3 Mart 1878 tarihinde de Ayastefanos Antlaşması imzalandı. Antlaşma hükümleri, Osmanlı aleyhindeydi. Karadağ ve Sırbistan tamamen özgür olacak, yeni topraklar kazanacaklardı. Romanya da bağımsız olacaktı. Bulgaristan ise özerkleşecekti. Rusya, doğuda birçok ili topraklarına katıyor, ağır savaş tazminatı istiyordu. Osmanlı delegeleri bunu kabul etti. Fakat sonraki düzenlemeler ile bu antlaşma hiçbir zaman geçerli olamadı.

Diplomatik girişimler

Osmanlı padişahı II. Abdülhamit, ağır tazminat koşulunu kabul etmedi. Özellikle İngiltere de bu hükümleri uygun bulmadı. Osmanlı Devleti, Kıbrısİngiltere'ye verdi ve barış görüşmelerinde İngiliz desteği sağlandı. 13 Haziran 1878 tarihinde, Berlin'de, şansölye Otto von Bismarck'ın başkanlığında görüşmeler başladı. 13 Temmuz 1878'de de Berlin Antlaşması imzalandı. Bu antlaşma, Ayastefanos Antlaşması'na göre Osmanlı tarafı için daha iyiydi. Bosna-Hersek imtiyazlı bir devlet olarak kuruluyordu. Romanya ve Sırbistan bağımsız olacaktı. Bazı bölgeler Sırbistan'a bırakılacaktı. Doğuda ise Batum, Kars, Ardahan Rus idaresine bırakılıyordu. Bununla beraber Kıbrıs ta İngiltere'ye ödünç verilmişti (İngilizler sonra bu adayı iade etmedi). Yine de, önceki antlaşmaya göre Osmanlı tarafının kazancı vardı. Çok daha az vergi verilecek, Doğubeyazıt ve Erzurum geri alınacak, Selanik - Manastır - Üsküp bölgeleri Osmanlı idaresinde kalıyordu[30].

Savaş esnasında gerçekleşen kırımlar ve göçler

Tırnova'dan kaçan Müslüman - Türk grubu
93 Harbi, Balkanlarda ve Kafkaslarda özellikle Müslüman - Türk kesimleri için çok etkili olmuştur. İşgale giren topraklardan kaçan Türk ve Müslüman halkları, daha güvenli olarak düşündükleri bölgelere göç etmişlerdi. Plevne Savunması sona erdiğinde Bulgar halkı kasabaya girmiş ve yaralı Türklerin hepsi katledilmiş, kemikleri de gübre fabrikalarına satılmıştır[31][32]. Avrupalı devletler de, savaşın sonunda müzakereler için bu kırımları da sebep olarak göstermiştir[29]. Mülteci sayıları 130.000 ila 1.5 milyon arasında farklı tahminlerle ifade edilmektedir. Mark Levene, bu kırımların Avrupalı devletlerce pek de dikkate alınmadığını belirtmiştir [33]. Fransız komutan Romieu, Fransa Savaş Bakanlığı'na gönderdiği raporda, 1878 ve ilerleyen yıllarda, Ermeni çetelerinin Türklere karşı terörist faaliyetlerde bulunduklarını ve nefret beslediklerini belirtmiştir.[34][35] Mülteciler, Osmanlı idaresindeki şehirlere gelmiş, camilere, mekteplere, sivil evlere sığınmışlardır. Bu da Osmanlı ekonomisini olumsuz etkilemiştir.

Savaşın diğer sonuçları

Rusya tarafından yaptırılan Plevne Anıtı
93 Harbi, Balkanları baştan aşağı değiştirmeye yetmiştir. Savaş sonucunda 2 özgür devlet ve 2 özerk devlet kurulmuş, Osmanlı nüfuzu oldukça azalmış ve bölgede Rusların etkisi artmıştı. Bu savaş, Romanya için kurtuluş savaşı niteliğindeydi. Savaşta güç kazanan diğer bir devlet de Yunanistan Krallığı idi. Plevne Savunması sona erdikten sonra cesaretlenen Yunan ordusu, Teselya'ya girmişti. Kafkaslarda da stratejik önemi büyük birçok il, Rus idaresine geçmişti. Ayastefanos Antlaşmasına göre Rusya ve müttefiklerinin kazancı çok daha fazlaydı, fakat Osmanlı'nın diplomatik uğraşları sonucunda düzenlenen Berlin Müzakerelerinde bu kazanç indirgenmiş, tazminat hafifletilmiş ve kaybedilen birçok il geri alınmıştı. İki tarafın da kaybı oldukça fazlaydı. Rusya ve müttefiklerinin, 100.000'den fazla kaybı vardı. Osmanlı kayıpları da o kadardı. Hastalıktan ölenlerin sayısı iki tarafta da oldukça fazlaydı. Bununla beraber Plevne Savunması ve Aziziye Tabyası, Türk kamuoyunda kahramanca görülmüştü. Rusya ve müttefikleri de, Plevne Savunması ile Şıpka Geçidi Muharebeleri için anıtlar dikmişti. Osmanlı Devleti, bu savaştan sonra Balkanlardaki varlığını 35 yıl daha sürdürebilecekti. Sultan II. Abdülhamid, savaştan sonra meclisi süresiz olarak tatil etti ve mutlakiyet yönetimine geri dönüldü. Süleyman Hüsnü Paşa ve Abdülkerim Paşa yenilgi sorumlusu tutularak yargılandı. Osman Nuri Paşa ile Ahmet Muhtar Paşa ise "Gazi" ünvanını aldı. Ahmed Eyüp Paşa da padişahın yaveri oldu. Ülke içerisinde padişaha güvenmeyenlerin sayısı arttı, diktatörlük döneminde Çırağan Baskını yaşandı. Rus tarafında ise başarılı komutanların bazıları valiliğe atandı.
Savaşın sonunda, Vacha vadisinde 20 civarında köyde bulunan Pomakların başlattığı ayaklanma, Doğu Rumeli vilayetinden özerklik elde edilmesiyle sonuçlandı. Timraş köyünü merkez alarak kurulan özerk Timraş Cumhuriyeti 8 yıl kadar sürebilmiş, 1886'da Bulgaristan egemen olmuştur.

İlgili filmler

Galeri


Berlin Antlaşması

Vikipedi, özgür ansiklopedi
Berlin Antlaşması
SouthEast Europe 1878.jpg
Berlin Kongresi sonrasında Balkanların durumu
Çeşit Barış Antlaşması
İmzalanma 13 Temmuz 1878
Yer Berlin, Almanya
İmzacı
devletler
Alman İmparatorluğu Alman İmparatorluğu
Avusturya-Macaristan Avusturya-Macaristan İmparatorluğu
Flag of Russian Empire for private use (1914–1917) 3.svg Rusya İmparatorluğu
Flag of Italy (1861-1946).svg İtalya Krallığı
Flag of France.svg Fransa
Birleşik Krallık Büyük Britanya
Osmanlı İmparatorluğu Osmanlı İmparatorluğu
İmzalayanlar Alman İmparatorluğu Otto von Bismarck
Flag of Russian Empire for private use (1914–1917) 3.svg Aleksandr Mihayloviç Gorçakov
Osmanlı İmparatorluğu Aleksandros Karatodori
Birleşik Krallık Benjamin Disraeli
Dilleri Rusça, Osmanlı Türkçesi, Almanca, İngilizce
Berlin Antlaşması, Osmanlı İmparatorluğu, Rusya İmparatorluğu, Büyük Britanya, Alman İmparatorluğu, Avusturya-Macaristan İmparatorluğu, İtalya Krallığı ve Fransa arasında 13 Temmuz 1878'de Berlin'de imzalanan barış antlaşmasıdır.

Antlaşmanın sebepleri ve şekli

93 Harbi'nin ardından Osmanlı ile Rusya arasında, 3 Mart 1878 tarihinde Ayastefanos Antlaşması imzalanmıştı. Bu antlaşmanın şartları Osmanlı açısından son derece ağır olmaktaydı ve Rusya'yı da Balkanlar'da tek güç haline getiriyordu. Nitekim bu durum Avrupa'nın diğer büyük devletlerini rahatsız etmekteydi.
Aynı dönemde Sultan II. Abdülhamid Han, İngiltere'yi Rusya'ya karşı kışkırtmaktaydı. Osmanlı İmparatorluğu savaşta yenilmiş ve anlaşmak zorunda kalmıştı. Ancak yapılan antlaşma devletin çöküşünü getirebilecek ağırlıktaydı. II. Abdülhamid de çareyi Avrupa devletlerini Rusya'ya karşı kullanarak durumu hafifletmekte aramaktaydı. Kışkırtmanın sonucu olarak, İngiltere Rusya'nın Orta Doğu'daki İngiliz menfaatlerini tehdit edeceğine, sıcak denizlere inip kendisiyle rekabete başlayacağına inanmıştı. Diğer Avrupa devletleri ile Rusya üzerinde kurduğu yoğun baskı sonucunda Rusya, antlaşmanın yeniden gözden geçirilmesine razı oldu.
13 Haziran 1878'de Almanya İmparatorluk Şansölyesi Prens Bismark'ın başkanlığında Berlin'de, Osmanlı, Rusya, İngiltere, Almanya, Fransa, Avusturya-Macaristan ve İtalya'nın katılımıyla bir kongre toplandı. Osmanlı İmparatorluğu'nu temsilen Nafıa Nazırı Karatodori Paşa, Müşir Mehmet Ali Paşa ve Berlin büyük elçisi Sadullah Bey gönderilmiş, diğer devletleri de başbakanlar ve dış işleri bakanları temsil etmekteydi.

Antlaşma sonuçları

Berlin Kongresi
Antlaşmanın başlıca sonuçları şöyle gruplandırılabilir:

Toprak kayıpları

Osmanlı İmparatorluğu kendisine tabi olan Sırbistan, Bulgaristan, Romanya ve Karadağ'ın kendi başlarına birer prenslik olmalarını kabul etmiştir. Doğu Rumeli vilayeti kurulmuş ve Osmanlı İmparatorluğu'na bağlı ancak çeşitli imtiyazlara sahip olmuşlardır. Toprak paylaşımı ise aşağıdaki gibidir;
Ayrıca kongre döneminde Fransa'nın yaptığı kulis çalışmaları sonucunda, antlaşma maddelerinde olmadığı halde 3 yıl sonra Tunus Prensliği Fransızlarca işgal edilmiş ve gerekçe olarak Berlin Antlaşması gösterilmiştir. Berlin Antlaşması'ndan sonra İngiltere, Fransa ve Rusya Osmanlıları baskı altına alma politikasına devam etti.

Kazançlar

Girit, Doğu Beyazıt ve Eleşkirt Osmanlı Devleti'ne bırakıldı.
1878 yılında Osmanlı İmparatorluğu sınırları

Azınlıklar konusu

Osmanlı İmparatorluğu, Vilayat-ı Sitte denilen Doğu Anadolu'daki illerde Ermeniler lehine ıslahat yapacaktı. Ancak yasalar gereği Ermenilerin nüfusları yetmediği için ayrı bir beylik kuramadılar. Benzer ıslahatlar Manastır Eyaleti'nde de gerçekleştirilecekti. (Bu iki madde hiçbir zaman uygulanmamıştır. II. Abdülhamid, büyük devletlerin çekişmelerinden faydalanarak bu maddelerin uygulanmasını asla tatbik etmemiştir)

Özet

Bu antlaşma incelendiğinde;
  • Berlin Antlaşması, Karlofça Antlaşması'nın ardında Balkanlar'daki Osmanlı varlığının yok edilmesi yolundaki ikinci büyük adımdır. Ancak Ayastefanos Antlaşması'nın aksine Osmanlı'nın 35 yıl daha Balkanlar'da kalmasını sağlamıştır.
  • Rusya, Ayastefanos ile elde ettiği birçok haktan mahrum olmuştur. Özellikle Balkanlar konusunda düş kırıklığına uğramıştır.
  • Antlaşmadan en çok faydalananlar yeni kurulan prenslikler ve İngiltere olmuştur.
  • Tuna Nehri üzerindeki Adakale'nin ismi Berlin Antlaşması'nda geçmediği için bu ada Osmanlı yönetiminde kaldı.
  • Antlaşma, Osmanlı Devleti tarafından terk edilen topraklarda kalan Müslüman nüfusunun haklarına halel getirilmesine karşı etkili bir yaptırım öngörmediği için, 93 Harbi ile başlamış bulunan göç dalgası düzenli olarak devam etti.
  • Antlaşma, Osmanlı Devleti'nin toprak bütünlüğünün güvence altına alındığı Paris Antlaşması'ndaki anlayışın terk edildiğini açık bir şekilde gösterdi. Antlaşmada görülen toprak kayıpları Antlaşmadan sonra da devam etti. 1881'de Fransa Tunus'u, 1882'de İngiltere Mısır ve Sudan'ı, 1885'te Bulgaristan Doğu Rumeli'yi; aynı yıl İtalya da Habeş Eyaleti'ni işgal etti.

1897 Osmanlı-Yunan Savaşı

Vikipedi, özgür ansiklopedi
1897 Osmanlı-Yunan Savaşı
Dömeke Harbi Zonaro.jpg

Dömeke Muharebesi'nin zaferle sonuçlanmasından sonra Osmanlı Orduları'nın Atina'ya ilerleyişi
(Saray ressamı Fausto Zonaro'nun fırçasından)
Tarih 17 Nisan-19 Mayıs 1897
Bölge Tesalya (Yunanistan Krallığı), Epir (Yanya) (Osmanlı İmparatorluğu)
Sonuç Kesin Osmanlı zaferi
Taraflar
Osmanlı İmparatorluğu Osmanlı İmparatorluğu Yunanistan Krallığı Yunanistan Krallığı
Komutanlar
Müşir Ethem Paşa
Ahmed Hıfzı Paşa
Prens Konstantin
Konstantinos Sapountzakis
Güçler
121,500
1,300 süvari
210 top
54,000
500 süvari
136 top
Kayıplar
1,111 ölü
3,329 yaralı
16 esir
672 ölü
2,481 yaralı
253 esir
1897 Osmanlı-Yunan Savaşı, 1897 yılında Osmanlı İmparatorluğu ile Yunanistan arasında meydana gelen savaştır. Yaklaşık bir ay sürmüş ve Osmanlı ordusunun kesin zaferiyle neticelenmiştir.

Savaş öncesi

Osmanlı İmparatorluğu'na ait olan Teselya ve İyon Denizi kıyısındaki Arta limanı 1878 Berlin Antlaşması uyarınca 1881 yılında Yunanistan'a verilmişti. Bu genişlemeden sonra Yunanistan’ın yeni hedefi Epir (Yanya vilayeti) ve Girit adasıydı. Bu bölgelerdeki nüfusun yaklaşık üçte ikisini oluşturan Osmanlı rumları Yunanistan tarafından Osmanlı İmparatorluğu'na karşı devamlı kışkırtılıyordu.
Yunanistan'ın Osmanlı idaresindeki Rumları isyana kışkırtmaya devam etmesi üzerine Osmanlı İmparatorluğu de 17 Nisan 1897'de Yunanistan'a savaş ilan etti. Yunanlar özellikle engebeli bölgelerde Osmanlı ordusunu uğraştırırken Balkanlar'daki diğer devletlerle anlaşıp Osmanlıları iyice zor durumda bırakmayı planlamaktaydılar. Osmanlı kuvvetlerini teşkil eden Müşir Edhem Paşa komutasındaki yaklaşık 120.000 askere karşılık Yunanistan Kralı I. Yorgi'nin veliahdı Konstantin’in kumanda ettiği Yunan ordusu ise 75.000 kişilik bir kuvvetten meydana geliyordu.
"Bu savaş, Osmanlı İmparatorluğu ve Büyük Devletler’in irâdesine aykırı olarak Yunanistan’ın yayılmacı politikalarının bir neticesi olarak meydana gelmiştir. Osmanlı İmparatorluğu Büyük Devletler’den savaşı engellemelerini beklemiş; fakat bu devletler Yunanistan’a uygulanacak zorlayıcı tedbirler üzerinde uzlaşamadıklarından iki devleti yalnız başlarına bırakmışlardır. Osmanlı İmparatorluğu barışın devamından yana olmasına rağmen Yunan çetelerinin sınırı tecavüz etmesi üzerine Yunanistan’a savaş ilân etmiştir."[1].Ayrıca bu savaşa Yunan kralı I. Yorgi'nin Danimarka asıllı olması sebebiyle bir miktar Danimarka askeriyle İtalyan gönüllülerinden oluşan bir birlik de Yunanlılar'ın yanında savaşa katılmıştır.

Savaşın gelişmesi

18 Nisan 1897'de Milona geçidindeki ilk savaş Osmanlı Ordusu'nun zaferi ile sonuçlandı. Ancak savaşın yavaş tempoda cereyan etmesi üzerine, büyük devletlerden gelebilecek bir müdahaleyi önlemek için Sultan II. Abdülhamid, Edhem Paşa'ya yıldırım harbi emrini verdi. Bu durum üzerine Osmanlı Ordusu, 25 Nisan 1897'de Yenişehir, 28 Nisan'da da Tırhala'yı ele geçirdi. Yunan ordusu güneydeki Dömeke'ye doğru çekilirken Edhem Paşa komutasındaki Osmanlı birlikleri doğuya doğru ilerleyerek 8 Mayıs'ta çok büyük stratejik öneme sahip bir liman kenti olan Volos'a girdi. Bundan sonraki muharebenin Dömeke’de olacağı ve bu savaşın da galip tarafı ortaya çıkaracağı belli olmuştu. Çünkü Yunanlılar bu müstahkem mevkiye çok fazla yığınak yapmışlardı. Savunma savaşı yapacak olan Yunanlılar, Türkleri püskürteceklerinden eminlerdi. 17 Mayıs 1897 tarihinde çok şiddetli geçen muharebe Osmanlı Ordusu'nun zaferiyle sonuçlandı. Yunan ordusu daha güneydeki Lamia'ya doğru düzensiz bir biçimde çekilirken Osmanlı kuvvetleri onları sür'atle takip etti. Zira Avrupa'da savaşı durdurmaya yönelik diplomatik adımlar atılmaya başlamıştı. Osmanlılar ise Avrupa'dan baskı gelmeden mümkün olduğunca ilerlemek niyetindeydiler.

Savaşın sonu

Artık Osmanlı ordusunun Yunanistan’ın başkenti Atina'ya girmesini engelleyecek ciddi bir güç kalmamıştı. Bu konuda Sadrazam Halil Rıfat Paşa, II. Abdülhamid'e görüşünü açıkça belirtmiş ve de Atina'ya girilmesi için ricada bulunmuştu. Çünkü Atina'nın alınması Yunanlıların bir nebze olsun bastırılması demekti. Fakat Avrupa Devletleri'nin aralarında anlaşması üzerine Rus çarı II. Nikolay II. Abdülhamid'e bizzat telgraf çekerek savaşın durdurulmasını talep etti. Padişahın iradesi uyarınca 19 Mayıs'ta Osmanlı ordusu fiilen savaşı kesti. 20 Mayıs 1897 tarihinde ise mütareke imzalandı.

Trablusgarp Savaşı

Vikipedi, özgür ansiklopedi
Trablusgarp Savaşı
Mustafa Kemal in Derna, 1912.jpg
Kurmay Binbaşı[1] Mustafa Kemal ve silah arkadaşları, Derne'deki Kızılay çadırı önünde (1912)
Tarih 29 Eylül 1911-18 Ekim 1912
Bölge Trablusgarp Vilayeti ve Ege Denizi
Sonuç İtalya'nın zaferi; Uşi Antlaşması, I. Balkan Savaşı başlaması.
Taraflar
Osmanlı İmparatorluğu Osmanlı İmparatorluğu İtalya Krallığı İtalya Krallığı
Komutanlar
Osmanlı İmparatorluğu Sultan V. Mehmed
Osmanlı İmparatorluğu Neşet Paşa
Osmanlı İmparatorluğu Enver Paşa
Osmanlı İmparatorluğu Mustafa Kemal Paşa
İtalya Krallığı Kral III. Vittorio Emanuele
İtalya Krallığı Luigi Caneva
İtalya Krallığı Augusto Aubry
Güçler
8.000 Osmanlı askeri[2]
20.000 yerli gönüllü[2]
toplam: 28.000 asker[2]
Osmanlı tarafında hava gücü yok[3]
İlk çıkarmada 102.000 asker[3] sonradan gelen takviyelerle 150.000[4]
40 Savaş topu[3]
22 savaş uçağı[3]
2 hava gemisi[3]
Kayıplar
~4.500 ölü (Askeri)[5]
14.800 ölü Arap sivil[6]
5.370 yaralı
4.000 ölü[4]
6.000 yaralı[4]
600 kayıp
17.429 hasta[7]
2 savaş uçağı[3]
Trablusgarp Savaşı, 1911-1912 yılları arasında Osmanlı İmparatorluğu ve İtalya Krallığı arasında geçen bir savaştır. 1911-1912 Türk-İtalyan Savaşı olarak da geçer. Adı, "Trablusgarp Savaşı" olmasına rağmen çarpışmalar, Trablusgarp'ın dışında, Adriyatik Denizi, Ege Adaları, Çanakkale Boğazı ve Kızıldeniz gibi çeşitli bölgelerde de sürmüştür. Bu savaşı İtalya, diğer büyük devletlerin ve Balkan Savaşı'nın sayesinde kazanarak sömürgelerini artırmıştır.
Savaşın sonunda İtalya, Osmanlı Devleti'nin Trablusgarp Vilayeti'ne bağlı Trablusgarp, Fizan, ve Sirenayka bölgelerini ele geçirmiştir. Bu bölgeler hep beraber birleşip gelecekteki Libya devletini oluşturacaklardır.
Savaş sürerken İtalyan kuvvetleri ayrıca Rodos ve Oniki Ada'yı işgal etmiştir. İtalya Krallığı, 1912'de , Uşi Antlaşması'na göre Oniki Ada'yı Osmanlı İmparatorluğu'na iade etmeyi kabul etmiştir.[8] in 1912 (aynı zamanda , Lozan Antlaşması olarakta bilinir ve İsviçre'deki Lozan şehrinde Château d'Ouchy'de imzalanmıştir.) Bununla birlikte ,antlaşmanın belirsizliği adaları geçici italyan yönetimine bırakmış ve Türkiye sonunda 1923'te Lozan Antlaşması'nın 15'inci maddesinde bu adalar üzerindeki bütün taleplerinden vazgeçmiştir.[9]
The Ottomans had to withdraw all their military forces and administrative agents from Libya according to Article 2 of the Treaty of Ouchy in 1912 (per Article 22 of the Treaty of Lausanne in 1923.)[9]
Although minor, the war was a significant precursor of the First World War as it sparked nationalism in the Balkan states. Seeing how easily the Italians had defeated the weakened Ottomans, the members of the Balkan League attacked the Ottoman Empire before the war with Italy had ended.
The Italo-Turkish War saw numerous technological advances used in warfare, notably the airplane. On October 23, 1911, an Italian pilot, Captain Carlo Piazza, flew over Turkish lines on the world's first aerial reconnaissance mission, and on November 1, the first ever aerial bomb was dropped by Sottotenente Giulio Gavotti, on Turkish troops in Libya, from an early model of Etrich Taube aircraft.[10] The Turks, lacking anti-aircraft weapons, were the first to shoot down an aeroplane by rifle fire.[11]
It was also in this conflict that the future first president of the Republic of Turkey and leader of the Turkish War of Independence, Mustafa Kemal (Atatürk), distinguished himself militarily as a young officer during the Battle of Tobruk.

Arka plan ve nedenleri

Kuzey Afrika'daki eyaletler içerisinde devlete en çok bağlı olan eyalet, Osmanlı'nın 1551'de ele geçirdiği Trablusgarp'tı.[12] 1864 tarihinden itibaren vilayete dönüştürülen Trablusgarp eyaleti, 1877 tarihli kanunla da doğrudan doğruya başkente bağlı bağımsız bir sancak haline getirildi.
Sanayi Devrimi'yle birlikte paralel olarak endüstrinin gelişmesi ortaya bir takım problemler çıkarmıştır. Endüstri geliştikçe üretim artmış ve ülkeler bu üretim fazlasını kendi sınırları içinde tüketemez olmuşlardı. Bu üretim fazlasını dağıtacak yeni pazarlar aramaya başlayan ülkeler, sömürgeciliğin önemini daha da arttırmışlardır. Diğer yandan endüstrinin hammadde ihtiyacına Avrupa'nın sınırlı kaynakları cevap vermekten çok uzaktı. Endüstrileşen Avrupa devletleri kendilerine yeni hammadde kaynakları sağlayacak topraklar elde etmek zorundalardı.[13] 16. yüzyılda başlayan sömürgeleştirme hareketlerinin dışında kalan İtalya Krallığı, Fransız İhtilali'nden yaklaşık bir yüzyıl sonra, 1870 yılında, siyasi birliğini geç olarak sağladığında Afrika topraklarının hemen hemen tamamı Avrupalı devletlerin tarafından paylaşılmıştı.[14] 1881'de Fransa'nın Tunus'u işgali, ardından da İngiltere'nin 1882'de Mısır'ı ele geçirmesinden sonra Akdeniz'deki iki muhtemel üssü elinden kaçıran İtalya, coğrafi olarak kendine çok yakın konumda bulunan Kuzey Afrika'da kalan son Osmanlı toprağı olan Trablusgarp'la ilgilenmeye başlamıştı.[15]
İtalya, amacına ulaşmak için ilk etapta büyük Avrupa devletleri ile kendisine burada hareket serbestliği tanıyan gizli antlaşmalar yaptı. İngiltere ve Fransa arasında, Kuzey Afrika'daki sömürgelerin paylaşımı yüzünden çıkan Faşoda Buhranı sonunda Kuzey Afrika'nın paylaşımı yapıldı ve böylece Trablusgarp da kağıt üzerinde İtalya'ya bırakıldı. İtalya 1887'de İngiltere ve Avusturya, 1891'de Almanya, 1900 ve 1902'de Fransa, 1902'de Avusturya, 1909'da Rusya ile gizli antlaşmalar yaptı ve Trablusgarp üzerindeki emellerini bu devletlere kabul ettirdi.[16] İtalya Trablusgarp'taki hareketlerinin bu antlaşmalarla engellenmeyeceği garantisini sağladıktan sonra buradaki faaliyetlerine hız verdi ve en uygun anı beklemeye başladı.
1902 yılından itibaren İtalya, Trablusgarp üzerinde bir "Barışçıl İşgal" politikası uygulamaya başladı. Buna göre Roma Bankası'nın maddi desteğiyle ekonomik ve ticari alanlarda bir takım girişimler başladı. Böylelikle kurulan fabrikaların ve diğer işyerlerinin,gerekirse, silahlı , İtalya'nın Trablusgarp'taki bütün ekonomik imtiyazlarını sonlandırarak sonunda tehlikenin önünü kesmeyi başardı. Ortaya çıkan büyük mali çöküntü sonunda, hissedara alacaklarının ödenebilmesi için, Roma Bankası, İngiliz ve Alman finansörlerle görüşmeye başladı.
Bunun yanında, Almanya, İttifak Devletleri ile beraber olduğu İtalya'nın Trablusgarp'a sahip olmasını istemiyordu. Çünkü Kuzey Afrika'daki bu bölgeyi ileride kullanabileceği bir istasyon olarak görüyordu.

Savaş öncesi genel durum

Osmanlı Devleti

Trablusgarp Savaşı öncesinde Osmanlı Devleti çok büyük iç ve dış karışıklıklar içerisindeydi. 23 Temmuz 1908'de Meşrutiyet ikinci defa ilan edilmiş ve II. Abdülhamit 24 Temmuz 1908'de anayasayı yeniden yürürlüğe koymuştu.[17] 5 Ekim 1908'de Avusturya-Macaristan İmparatorluğu Bosna Vilayeti'ni işgal etmiş aynı gün Bulgaristan prensi de İstanbul'a telgraf çekerek bağımsızlığını ve krallığını ilan etmişti. Avusturya, Sırplara karşı Bulgarları destekliyordu ve Bulgaristan ile Avusturya eş zamanlı darbeler için anlaşmaya varmışlardı.[18] Bu iki önemli toprak parçasının resmen elden çıkması İttihat ve Terakki'nin prestijini büyük ölçüde sarsmıştı.[19] Bosna-Hersek ve Bulgaristan'dan sonra Osmanlı Devleti'nin üçüncü sorunu da Girit oldu. Girit'in zaten bu tarihte Osmanlı Devleti ile pek bir bağlantısı kalmamıştı. Fakat ada, hukuken Osmanlı toprağı olarak görünüyordu.[20] Bosna-Hersek krizi sırasında Girit Rumları da harekete geçerek adayı Yunanistan Krallığı'na ilhak ettiklerini ilan ettiler. Fakat bu Avrupa Devletleri tarafından kabul edilmedi.[21] Gelişen iç ve dış olaylar, İttihat ve Terakki'ye karşı bir muhalefetin olgunlaşmasına ve 13 Nisan 1909'da başlayan olayların bir irtica hareketi şeklinde patlak vermesine neden oldu.[22] İstanbul'daki gerici ayaklanma Rumeli'deki İttihat ve Terakki şubelerinde ve ordu içinde Meşrutiyetin tehlikede olduğu düşüncesini uyandırdı. Bunun üzerine, 3. Ordu Komutanı Mahmut Şevket Paşa'nın Hareket Ordusu adındaki bir orduyu İstanbul'a göndermesiyle ayaklanma bastırıldı. Tehlike böylece önlenmiş oldu. Meclis, 27 Nisan 1909'da II. Abdülhamit'in tahttan indirilmesine karar verdi. Yerine kardeşi Mehmet Reşat padişah oldu. Bundan sonra İttihat ve Terakki, ülke yönetimini kesin olarak eline aldı.[23]
Trablusgarp Savaşı öncesinde Balkanlar'ın durumu son derece karışıktı. Mart 1911'de Katolik Arnavutlar İşkodra'da ayaklanmışlardı. Karadağ Krallığı bu isyancılara her türlü yardımda bulundu.[24] Bundan dolayı Osmanlı-Karadağ ilişkileri çok gergindi. İtalya, Karadağ'ı desteklemekte, onu Osmanlı Devleti'ne karşı kışkırtmakta idi. Bu ayaklanmada İtalyan parmağının olduğu açıktı. Ayaklanma Haziran 1911'de bastırıldı ve ayaklananlar Karadağ'a sığındılar.[25] Bu olaylardan sonra İttihat ve Terakki'nin Osmanlıcılık ideolojisini gerçekleştirmek için yürüttüğü "Balkanlar'ın tek bir bayrak altında birleşmesi" politikası Osmanlı Devleti'nin aleyhine sonuçlanarak Bulgar, Sırp ve Yunan çetecilerin faaliyetlerini daha da arttırmalarına ve Osmanlı'ya karşı işbirliğine girmelerine sebep oldu.[24]

İtalya Krallığı

1911 yılı İtalyan birliğinin ve krallığının kuruluşunun 50. yılına rastladığından, ülkede büyük bir milli heyecan yaratılmaya çalışılmış ve bu çerçevede İtalya'nın Trablusgarp üzerindeki eski iddiaları da şekillenmeye başlamıştı.[26] İtalya III. Vittorio Emanuele'in tahta çıkmasından sonra, 15 yıl süreyle otoritesini herkese kabul ettiren başbakan Giovanni Giolitti zamanında istikrarlı bir siyasete kavuştu. Kalabalık göç dalgalarına rağmen hâlâ yüksek olan ülke nüfusunun dinamikliği ve iyi bir yönetim sayesinde hükümet tarım ve sanayi alanında büyük atılımlar yaptı. Giolitti, giriştiği bir dizi cesaretli reform hareketiyle sosyalist kanadın isteklerine uygun yenilikleri gerçekleştirdi. Ancak sağ kanattaki milliyetçi istekleri de tatmin etmek gerekiyordu. İtalyan milliyetçilerin Floransa'daki kongresinde, Giolitti hükümeti Libya üzerine diplomatik ipotek koymaya zorlanmıştı. Libya seferini milliyetçiler, eski Roma İmparatorluğu günlerindeki Akdeniz siyasetinin dönüşü olarak görürken, Katolikler İslam'a karşı yeni bir Haçlı seferi olarak tanımlıyorlardı. İtalyan kamuoyunun kayda değer bölümü ise güneydeki bu yeni koloniye, dış göçe son verecek bir toprak parçası olarak bakmaktaydı.[24]
İtalyan sosyalistleri ise aralarında bir birlik olmamasına rağmen genelde bu savaşa karşı olmuşlardı. 27 Eylül 1911 tarihli Tanin'de "İtalyan sınıf-ı aliyyesinde işgal için pek ziyade heyecan var ise de amele sınıfı işgale muhaliftir" deniliyor ve işçi sınıfının İtalya'nın Libya'ya asker sevk etmesini men etmek için umumi grev teşebbüslerine giriştiğini yazıyordu.[27] Fakat sosyalistlerin grev teşebbüslerini hükümetin şiddetle engellemesi ve halkın nümayişçilere kötü gözle hatta vatan haini gibi bakması yüzünden bir sonuç verememişti.[28] Ayrıca İtalyan sosyalistler Fransız, İngiliz ve Alman sosyalistleri kadar güçlü değillerdi.[29] Mart 1911'de ikinci kez iş başına gelen Giolitti Hükümeti, Trablusgarp işini bir sonuca bağlamayı parti programının 3. maddesine almıştı.[30]
İtalya'yı 1911'de Trablusgarp'a karşı harekete geçiren en önemli olay, Fas meselesinin alevlenmiş olmasıydı. İtalya'nın daha 1900'de Fransa ile yaptığı gizli antlaşmaya göre, Fransa Fas'ta yeni menfaatler elde ederse, İtalya da Trablusgarp için harekete geçecekti. Bu antlaşma ile Trablusgarp İtalya'ya vaat edilmiş oluyordu. 24 Nisan 1911'de Fransız ordusu Fas'a girdi.[30] İtalya kamuoyunda, Fas'ın da Fransa tarafından kapılmış olduğunun duyulması bir anda hükümeti devirecek kadar şiddetli bir etki yaratınca Giolitti hükümeti uzun zamandır hazırlanan ihtiraslarını açığa vurmaya mecbur kaldı.[31] Bu durum Trablusgarp'a karşı harekete geçmek için sabırsızlanan İtalyan kamuoyunu daha da şiddetlendirerek İtalyanların savaş kararı almasında etkili oldu.
Trablusgarp Savaşı sırasındaki İtalyan Başbakanı Giolitti hatıralarında; işin iç yüzünü bilmeyenlerin Trablusgarp'a gitme kararının birdenbire verildiğini söylediklerini fakat işin aslının böyle olmadığını, kendilerinin İngiltere ile Mısır, Fransa ile de Fas meselesini müzakere ederken kendileri için birtakım haklar aldıklarını ve bunu büyük devletlere tasdik ettirdiklerini, Fransa'nın Fas'a girmesinden sonra kendileri açısından vaktin gelmiş olduğunu, zira kendileri Trablusgarp'a gitmemiş olsalardı, diğer bir Avrupa devletinin burayı mutlaka işgal edeceğini, Tunus‟un Fransızlar tarafından işgalinin kendilerinde yarattığı hayal kırıklığını bir daha yaşamak istemediklerini ve bu durumda bir Avrupa devleti ile savaşmak zorunda kalacaklarını, bunun da Osmanlı Devleti ile savaşmaktan daha zor olacağını belirtmişti.[32]

İtalya'nın Trablusgarp'taki faaliyetleri

İtalyanlar büyük devletler nezdinde başarılı diplomasi faaliyetlerini sürdürürken, öte yandan da Trablusgarp'ta kendi hesaplarına elverişli bir ortam hazırlamaya uğraşıyorlardı. Her emperyalist devletin uyguladığı metotları İtalyanlar da burada uygulamaktaydı. Ülkede egemen olma amaçları için çalışan okulları, bankaları, iktisadi kuruluşları vardı. Liman ve benzeri kurumlar için imtiyaz peşinde koşuyorlardı. Okulları, resmi ve mahalli mekteplerle rekabet ediyordu.[33] İtalyanların 1907‟de Trablusgarp ve Bingazi'de birer şubesini açtığı[34] Banco di Roma onların Trablusgarp'a ekonomik bakımdan sokulma politikalarının başlıca aracı olmuştu. Banco di Roma, Trablusgarp'ta geniş maddi manevi kredisiyle, nüfus teminine ve İtalyanların ekonomik bakımdan piyasaya hakim olmalarına çalışıyordu. Banka aynı zamanda yerlilerin elindeki toprakların İtalyanlara geçmesine vasıta ve aracı oluyordu. Banco di Roma'nın kilise ile ilişkisi, kilisenin de savaşı desteklemesine sebep olmuştu.[35] Bu nedenle Libya'da büyük çıkarları olan Banco di Roma'nın Vatikan çevresi ile ilişkisi, hükümeti Libya seferine zorlayan bir etkendi.[24]
1910 yılı başından itibaren, İtalyanlar Trablusgarp'taki faaliyetlerine büyük hız vermişlerdi. Elde ettikleri bütün imtiyazlara rağmen yinede Trablusgarp'taki iktisadi faaliyetlerinin kısıtlandığından şikayet ediyorlardı. Trablusgarp Mebusu Sadık, 12 Eylül 1911'de Tanin'e yazdığı mektupta, İtalyanların buradaki faaliyetlerini şöyle anlatıyordu: "İtalya Trablusgarp'taki cüretli hareketlerine Abdülhamit Dönemi'nde başlamıştı. Trablusgarp'ta zorla Banco di Roma müessesesini kurmuş, Bingazi'de de bir postane açmıştı. Trablusgarp'ta halifeye bağlı milyonlarca Müslüman Meşrutiyet idaresinden çok şey bekledikleri halde ümitleri boşa çıkmıştı. İstibdat Devri'nde başlayan bu hareketler, Meşrutiyet idaresinde de O'nun bıraktığı yerden devam etti. Trablus her konuda ihmal edildi. İtalyan emellerini herkesten fazla bilmesi gereken eski Roma elçisi Sadrazam Hakkı Paşa kabinesinin ilk icraatı Banco di Roma'nın resmiyetini tasdik etmek oldu. Bundan sonra İtalya'nın faaliyetleri kat kat artmaya başladı. Birçok yerde Banco di Roma'nın şubeleri açıldı. Bu müessese bütün ticareti eline geçirdi ve yerli tüccarı iflas ettirdi. Emlak ve arazi satın almaya başladı. Hükümet ise bu hale seyirci kalıyordu. Osmanlı sancağını taşıyan vapur 4-5 ayda bir defa Trablusgarp'a gidebiliyordu. Maden araştırması için İtalyalı bir heyete izin veriliyordu. Velhasıl diğer devletlerin hiçbirine verilmeyen imtiyaz, İtalya'ya verildi. İtalya'ya verilecek sadece bir şey kaldı. O da bütün İtalyan kamuoyunun hayali, idari hakimiyet meselesiydi."[36]

İtalya'nın işgal hazırlıkları

Eylül 1911'in ortalarından itibaren, İtalya'daki askeri hazırlıklar iyice açığa çıkmaya başlamıştı. İtalyan basınının dili çok sertti. Açıktan açığa işgal hazırlıkları ile ilgili haberler çıkması Osmanlı Devleti'ni tedirgin etmekteydi.[37] Osmanlı Devleti'nin bu konudaki başvurusuna İtalya'nın askeri hazırlıklarının işgal amacıyla yapılmadığı, İtalyan menfaatlerini herhangi bir olaya karşı koruyabilmek için yapıldığını bildirdi.
25 Eylül'de Roma'daki Osmanlı maslahatgüzarı Seyfettin Bey'in İtalya Dışişleri Bakanı San Giuliano ile görüşmesinde Dışişleri Bakanı; İtalyan hükümetinin halkın arzusu haricinde hareket edemeyeceğini bildirdikten sonra iki hükümet arasındaki dostluk münasebetlerinin devamından yana olduğunu ilave etse de,[38] görüşmede hiçbir sonuç vermeyecekti.
26 Eylül'de İtalyan hükümeti, Viyana büyükelçisi vasıtasıyla üçlü ittifakı yenilemeye hazır olduğunu, eğer Trablusgarp işi de İtalyan istekleri doğrultusunda çözümlenirse, üçlü ittifakın daha sağlam bir üyesi olacağını Avusturya'ya bildirdi. Bu, gizli olarak yapıldı. Çünkü Almanya ve Avusturya, Türklerin İngiltere ve Fransa'ya yaklaşmasından korkuyorlardı.[39] Osmanischer Lloyd[dn 1] gazetesinde yayınlanan bir görüşe göre, İtalya hükümetinin Trablusgarp'taki İtalyan nüfusunu gerek Osmanlı Devleti'nin her türlü tecavüzünden gerekse diğer devletlerin rekabetinden korumak için, bazı isteklerde bulunmak üzere Bâb-ı Âli'ye bir nota vermek üzere hazırlandığını, eğer Bâb-ı Âli, bu nota muhteviyatını kabul etmeyecek olursa İtalya'nın askeri tedbirlere başvuracağını yazıyor ve ayrıca bu hareketlerini mazur göstermek için, İtalyan kamuoyunun hükümet üzerindeki etkisinden bahsedeceklerini ilave ediyordu.[38]
En sonunda İtalya uzun zamandır hazırlanmakta olduğu savaşı başlatmak zamanının geldiğine hükmederek Osmanlı Devleti'ne 28 Eylül 1911'de bir nota verdi. Bu notada özetle: Osmanlı Devleti'nin Trablusgarp ve Bingazi'nin ilerlemesi için hiçbir şey yapmadığı, bu bölgenin İtalya kıyılarına yakınlığı dolayısıyla kendileri için hayati önem taşıdığı bölgeye medeniyet götürülmesinin zorunlu olduğu, fakat bu konudaki İtalyan görüş ve fikirlerinin Osmanlı Devleti tarafından tasvip edilmediği ve İtalya'nın buradaki teşebbüslerinin inatla engellendiği, şimdi Osmanlı Devleti'nin İtalya ile kendi menfaatlerine ters düşmeyecek bütün iktisadi imkanları vermeye hazır olduğu ancak İtalya hükümetinin geçmişte yapılanları göz önüne alarak buna güvenmediği belirtiliyor ve İtalya'nın Trablusgarp ve Bingazi'yi askeri işgale karar verdiği, bundan başka çarelerinin kalmadığı ve buradaki Osmanlı memurlarının işgale muhalefet etmemeleri isteniyordu.[40] Osmanlı hükümeti, İtalyan notasına 29 Eylül 1911'de cevap verdi. Bu cevapta; Trablusgarp ve Bingazi'nin geri kalmasının kendilerinden önceki idarenin eseri olduğu, bundan dolayı meşrutiyet hükümetinin suçlanamayacağı, son üç sene zarfında bölgede İtalyan teşebbüslerine büyük kolaylıklar sağlandığı ve iyi niyet gösterildiği, burada asayişin temini konusunda hiçbir endişeye mahal olmadığı, İtalyan ve diğer tebaanın bölgeden ayrılmasını gerektirecek bir olay olmadığı belirtiliyordu.[41] Ancak Bâb-ı Âli'nin notaya cevap verdiği gün, İtalya da harp ilanı notasını verdi.[42] Bu ilan-ı harp notasında, özetle; İtalyan isteklerinin gerçekleştirilmesi konusunda, İtalya'nın, Osmanlı Devleti'ne verdiği sürenin İtalya'nın hoşuna gidecek bir cevap gelemeden sona erdiği, Osmanlı Devleti ve memurunun Trablusgarp ve Bingazi'deki İtalyan hak ve menfaatlerini korumakta kötü niyetli ve aciz olduğu iddia ediliyor, İtalyan hak ve menfaatlerini sağlamak zorunda oldukları bildiriliyordu.[43]
Osmanlı Devleti'ne nota verilmeden hemen önce, 25 Eylül 1911'de, İtalya'da seferberlik emri yayımlandı. Bu emirde seferberliğin birinci günü olarak 28 Eylül tarihi belirlenmişti. Silah altında bulunan 1890 doğumlular ile birlikte, seferi kolordunun birliklerini teşkil edecek olan 1888 doğumlular ise 23 Eylül'de silah altına çağrıldılar. Bunların birliklerine katılımları da 26 Eylül'de tamamlandı.[44]

Diğer devletlerin işgale tavrı

İtalya henüz Osmanlı Devleti'ne savaş ilan etmeden hemen önce Adriyatik sularında ve Preveze'de Türk-İtalyan savaşı başlamıştı. İtalya bu sefere başlarken, Avrupa büyük devletlerinin icazetini almıştı. Daily Telegraph gazetesinde, İngiltere'nin İtalya savaşa girdiği takdirde tarafsız kalacağı ve İtalya'ya karşı Osmanlı'yı müdafaa etmeyeceği belirtiliyordu. Daily Graphic'te ise İngiltere'nin savaşın sadece Trablusgarp'a ait olmasını ve Avrupa'ya sıçramamasını İtalya'ya tembih ettiği bildiriliyordu.[45]
Balkanlar'da ise Trablusgarp Savaşı başlayınca, Osmanlı Devleti Balkan devletlerinin saldırabileceği veya Rumeli'de ayaklanmalar olacağını düşünerek, oraya çok sayıda asker yığmıştı. Bundan en çok Bulgaristan ürkmüş ve büyük devletlere başvurarak kendilerini korumalarını istemişti.[46] Savaşın başladığı günlerde Bulgar ve Sırp hükümetleri arasında, iki tarafın menfaatlerini görüşmek üzere bir yakınlaşma başladı. Bulgarlara göre, o sıradaki fırsat kaçırılmamalıydı. Bütün Balkan devletleri, Osmanlı Devleti'ne karşı ittifak etmek üzereydi. Bulgaristan, Osmanlı-İtalyan savaşının hemen bitmesini istemedi. Çünkü bu savaşın, Balkanlar'da Slavlara karşı olan bu iki devleti zayıflatacağını düşünmekteydi.[47]
Savaşın başlaması Yunan kamuoyunda da heyecan yaratmış ve Başbakan Venizelos'un savaştan faydalanmak için vaktinde hazırlık yapmamasından ötürü eleştirilmesine sebep olmuştu.[48] Ancak Balkanlar'da yeni olayların çıkmasını istemeyen İtalya ve diğer Avrupa devletleri tarafından Yunanistan'ın savaştan faydalanma isteği rafa kaldırılmıştı.[49]

İşgalden hemen önce Trablusgarp ve Osmanlı Devleti

Trablusgarp Savaşı'ndan hemen önce, buradaki tümenden önemli bir kısmı silahlarıyla birlikte Yemen'e İmam Yahya ayaklanmasını bastırmak üzere gönderildi ve tekrar yerlerine iade edilmedi. Trablusgarp Vali ve Kumandanı Müşir İbrahim Paşa, bu işin Trablsgarp'ın İtalyanlara tesliminden başka bir şey olmadığını ısrarla ifade etmişse de asker nakliyatını egelleyememişti. Burada ancak jandarma vazifesi görecek, çok az bir kuvvet bırakılmıştı. 1910 yılı bütçesinde kabul edilen, Trablusgarp'taki iki süvari alayı da bir alaya indirildi.[kaynak belirtilmeli]
Trablusgarp'taki asker mevcudunun azaltılması bir nevi İtalyan işgaline zemin hazırlanmış oldu. Buraya gönderilen subaylarda eskiden olduğu gibi mahalli lisana vakıf olma şartı aranmadı. Trablusgarp halkı geçimini temin etme hususunda da sıkıntı içindeydi. Bu durum Trablusgarp mebusları tarafından defalarca hükümete bildirildiği halde, Osmanlı hükümeti bu konuda oldukça ihmalkar davrandı.[kaynak belirtilmeli]İbrahim Hakkı Paşa hükümetinin, savaş öncesi yaptığı en büyük hatalardan biri de, İtalyanların isteği üzerine Trablusgarp'ta vali olarak bulunan İbrahim Paşa'yı görevden almasıydı. İbrahim Paşa, Trablusgarp'ta Osmanlı menfaatlerini koruduğu için, İtalyanlar ondan hep şikayetçi olmuşlar ve buradan gönderilmesi için sürekli Osmanlı hükümetine baskı yapmışlardı.[50] İbrahim Paşa'nın yerine tayin edilen Bekir Sami Bey ise izinli olarak Tokat'ta bulunduğu için hemen Trablusgarp'a gidemese de, savaş başladıktan sonra görev yerine ulaşabildi.[51] Bu nedenle savaş öncesi bölge, valisiz, komutansız, askersiz, son derece savunmasız ve işgale açık bir duruma getirilmişti. İbrahim Hakkı Paşa ise savaş öncesi, Trablusgarp'taki icraatından dolayı vatan hainliği ile suçlanmıştı. Mahmut Kemal İnal'a göre bütün bunlar su-i tesadüf[dn 2] değil su-i idareydi[dn 3] ki cinayet addine layıktı.[52]
Trablusgarp Savaşı öncesi, Osmanlı hükümetinin yanlış hareket ettiği İtalyanlarca da itiraf ediliyordu. İtalyanlar İttihat ve Terakki'nin Trablusgarp'ta yerli halk arasında İtalya aleyhine propaganda yaptıklarını fakat buna paralel olarak askeri hazırlıklarını kuvvetlendiremediklerini, bilakis buradan devletin ihtiyacı olan diğer bölgelere asker çektiklerini ifade ediyorlardı.[53]
Savaş başladıktan hemen sonra, İbrahim Hakkı Paşa istifa etti. Bunun üzerine sadrazamlık 30 Eylül 1911'de 8. kez Mehmed Said Paşa'ya verildi.[54]

Başlangıcı

Trablus'u bombalayan İtalyan zeplinleri
1911 yılının eylül ayında Trablusgarp meselesi, İtalya basınında yer almayı başardı. Basında yer alan iddialara göre Osmanlılar, İtalyanlara adaletsizce davranmakla beraber, Almanlarla da çeşitli entrikalar çeviriyordu. İtalya, 23 Eylül 1911’de Osmanlı hükümetine bir nota vermiş, 26 Eylül'de, silah ve cephane taşıyan bir Osmanlı gemisi Trablusgarp'a ulaştı. 28 Eylül günü ise İtalya, Osmanlı Devleti'ne bir ültimatom vererek, 48 saat içinde Bingazi ve Trablusgarp'un İtalyan yönetimine bırakılmasını ve İtalya'ya yıllık vergi verilmesini talep etti [55]. 29 Eylül'de İngiliz ve Fransız hükümetlerinin desteğini de arkasına alan İtalya, Osmanlı İmparatorluğu'na savaş ilan etti. Aynı gün İtalya'nın Adriyatik Denizi'ndeki bazı Osmanlı gemilerini batırması üzerine, Adriyatik'te çıkarları bulunan Avusturya-Macaristan İmparatorluğu, bu bölgede savaşılmasını yasakladı. 30 Eylül'de Trablus şehri bombardımana tutuldu. Kenti eski silahlarla savunmaya çalışan 8 bin kişilik Osmanlı kuvveti dayanamadı ve 5 Ekim'de İtalyanlar şehri ele geçirdi. Bunun üzerine Osmanlı kuvvetleri kıyıdan 15 km içeriye çekildiler. 18 Ekim'de Derne'yi, 20 Ekim'de de Bingazi'yi ele geçiren İtalyanlar, buralara asker çıkartmaya başladılar. 23 Ekim'de saldırıya geçen Osmanlı Ordusu, İtalyanları kuşatmış ve uzun süren savaştan sonra İtalyanlar kurtulmuşlardı. 26 Ekim'de yapılan bir başka Osmanlı saldırısı, İtalyan kuvvetlerinin büyük kayıp vermesiyle geri püskürtüldü. 23 Ekim 1911'de Sciara Sciat'da (Trablus yakınlarında) oluşan bir ağır çatışma sonrası İtalyan askerleri Arap sivil halkına karşı, ihanet suçlamasıyla, bir pogrom gerçekleştirdi. 5 gün içinde binlerce sivil Arap öldürüldü, evleri yakıldı ve hayvanlarına el koyuldu. İleriki haftalarda İtalyanlar açık alanlarda toplu idamlar (Görsel) gerçekleştirdi ve 4.000 sivili Tremiti ve Ponza adalarına tehcir etti. 5 Kasım'da İtalyan resmî gazetesi, Trablusgarp'ın İtalya tarafından ilhak edildiğini yayımlamışsa da bu henüz gerçekleşmemişti. Osmanlı direnişi karşısında İtalyan kuvvetleri sahilden fazla uzaklaşamamışlardı.
İtalyanlar 1911'de Trablusgarp'a saldırınca Mustafa Kemal yerli kıyafetine girip gizlice Afrika'ya gitti.
Enver Paşa, Mustafa Kemal, Fuat (Bulca), Nuri (Conker) ve Fethi (Okyar) gibi Osmanlı subayları gizli yollarla Trablusgarp'a gelip (Örneğin Mustafa Kemal Paşa, buraya "gazete muhabiri Şerif Bey" adıyla Mısır üzerinden ulaşmıştır) buradaki kuvvetleri düzenleyerek, İtalyanlara rahat vermeyecek şekilde sürekli saldırılar başlattılar. Enver, yaptığı bir gazete röportajında, "Buraya geldiğimde 900 çöl savaşçısı bulmuştum. Şimdi ise elimin altında 16 bin talimli asker var" diyerek durumu ortaya koymaktadır. Bu ordu, yapılan savaşlar sonucunda 2 makineli tüfek, 250 tüfek, 2 top, sayısız mermi ve 10 tane de katır ele geçirmiştir.
Yerel halkın da desteklediği direnişe Sunusi tarikatı şeyhi ve adamları destek vermişti. Ancak İtalyanlar'ın düşündüğünün aksine, buradaki Osmanlı direnişi çok kuvvetli olmuş, Enver, Mustafa Kemal ve Neşet gibi komutanların yönettiği ordular, sayıca çok üstün olan İtalyan kuvvetlerine karşı kahramanca savaşmışlardır. Trablusgarp'taki Osmanlı birlikleri başlıca üç komutanlığa ayrılmıştı:
  1. Trablus Komutanlığı: Kurmay Albay Neşet
  2. Bingazi Komutanlığı: Kurmay Binbaşı Enver
  3. Derne Komutanlığı: Kurmay Binbaşı Mustafa Kemal
Kasım 1911'de İtalyanlar Çanakkale Boğazı'na saldırmak için hazırlıklar yaptılar. Ancak Rusya ticari kaygılardan dolayı buna karşı çıktı.
Kasım ayında İtalyanlar, Ekim ayında boşalttıkları bazı mevzileri tekrar ele geçirdiler. 19 Aralık'ta bir İtalyan kolu, imha olmaktan son anda kurtuldu. Ayrıca bu dönemlerde İtalyan basını Almanya, Avusturya-Macaristan İmparatorluğu ve Fransa'yı, İtalya'nın başarılarına engel oldukları iddiasıyla suçlamaya başlamıştı.
8 Aralık'ta Trablusgarp'a gelen Mustafa Kemal Paşa, 22 Aralık'ta Tobruk Savaşı'nı kazandı. Derne'de 16-17 Ocak 1912 taarruzunda gözünden yaralandı. Bir ay hastanede tedavi gördükten sonra, 6 Mart 1912'de Derne komutanı oldu ve burada başarılı savunma muharebeleri yaptı.
Kurmay Binbaşı Mustafa Kemal (solda), Mücahit Bedevi Kuvvetleri önünde emirlerini yazdırırken, (Derne, Trablusgarp Vilayeti (Libya), 1912)
Ocak 1912'de İtalyanlar'ın 100 bin kişilik askerine karşılık Bingazi'de 15 bin, Trablus'ta da yaklaşık 10 bin Osmanlı askeri ve Arap gönüllüsü savaşmaktaydı. Şubat ve Martta İtalyanlar Bingazi'yi tamamen ele geçirdiler. Bunun yanında Beyrut limanındaki 2 küçük Osmanlı gemisini batırdılar. Yemen'de Ocak 1911'de başlayan isyan nedeniyle daha savaş başlamadan önce Trablus'taki kuvvetlerin bir kısmı bu bölgeye kaydırılmıştı. Ocak 1912'de İtalyan donanması Kızıldeniz'e girip, buradaki Osmanlı gemilerinden bazılarını batırarak Hudeyde limanını bombalamaya başladı. İtalyanlar'ın bölgedeki varlığı, deniz ulaşımını aksattığı için Yemen isyanının bastırılmasını zorlaştırıyordu.
25 Mart 1912'de Osmanlı Devleti'nin koruyucusu görevini üstlenen ve İtalya'nın müttefiki olan Almanya, arabuluculuk yapmak için İtalya Kralı'yla Venedik'te görüştü. Ancak bu görüşmeden bir sonuç çıkmadı.
18 Nisan'da İtalya donanması Çanakkale Boğazı'nı bombalamaya başladı. Bunun üzerine Osmanlı İmparatorluğu, boğazları kapattı. Ancak bu hareketin uluslararası ticarete darbesi çok büyük oldu. Rusya'nın tahıl ihracatı milyonlarca dolarlık zarara uğrarken, İngiltere, Bulgaristan, Yunanistan ve Romanya gibi ülkelerin zararları da günlük 100 bin doları buluyordu. Karadeniz'e gidecek olan İngiliz gemileri, Süveyş Kanalı üzerinden Hindistan'a gitmek zorunda kaldılar. Ancak 10 Mayıs'ta Avrupa ülkelerinin baskılarından dolayı boğazlar tekrar ticarete açıldı.

Beyrut Deniz Muharebesi

Ana madde: Beyrut Muharebesi (1912)
Trablusgarp Savaşı devam ederken İtalyan kuvvetlerinin Libya sahillerine çakılıp kalmaları ve iç bölgelere bir türlü girememesi üzerine, İtalyan hükümeti, Oniki Ada ve diğer bazı Osmanlı şehirlerini baskı altına alarak ve tazyik ederek Osmanlı hükümetine barış antlaşmasını zorla imzalatmaya karar verdi. İtalyanlar'ın saldırmayı düşündüğü şehirlerden biride Beyrut'tu. Beyrut bir Osmanlı şehri olmasına karşın Fransız nüfuzunun yoğun olduğu bir bölgeydi; şehirde çok sayıda Avrupalı yaşıyordu. Aynı zamanda Beyrut bütün ilahi dinlerce kutsal sayılan Kudüs'ün bir kapısı durumundaydı. İtalya'nın Beyrut'a saldırısı, sadece Osmanlı Devleti'ni değil diğer Avrupa devletlerini de rahatsız edecek; bunun sonucunda büyük devletler barışa zorlamak için Bâb-ı Âli'ye baskı yapacaklardı.
Bu gerekçelerle 24 Şubat 1912'de bir İtalyan filosu Beyrut'a saldırdı; limanda bulunan iki Osmanlı gemisi batırıldı ve şehir topa tutuldu.

Savaşın Sonu

Bunun üzerine 4 Mayıs'ta İtalya kuvvetleri, Rodos Adası'na çıkarma yaptılar ve iki hafta içerisinde Rodos'u, daha sonraki 2 hafta süre içerisinde Oniki Ada olarak bilinen adalar grubunu ele geçirdi. Böylece 389 yıldır Osmanlı yönetiminde kalmış, yönetim merkezi Rodos Adası olan Cezair-i Bahr-i Sefid Eyaleti (Oniki Ada) tamamen İtalya'nın eline geçti. 8 Haziran'da Trablus'taki Osmanlı kuvvetleri çöle püskürtüldü. Haziran'dan Ağustos'a kadar süren çarpışmalar sonunda bütün batı sahil şeridi İtalyanların hakimiyetine geçti. 12 Temmuz'da 5 İtalyan savaş gemisi, Osmanlı filosuna saldırmak için Çanakkale Boğazı'na girdi. Ancak boğazın girişine Kilitbahir civarında çelik kablolar çekildiği için İtalyanlar ilerleyemeden ağır ateş altında kaldılar ve geri çekildiler (18 Temmuz). Bu, ayrıca savaş içindeki son deniz savaşı olmuştur. Eylül'de Osmanlı İmparatorluğu ve İtalya Krallığı arasında barış görüşmeleri başladı. İki taraf da savaşın bitmesini istemesine rağmen çatışmalar devam ediyordu. 22 Eylül'de güçlü bir Osmanlı mevkii ele geçirildi. Binbaşı Enver Paşa komutasındaki Osmanlı kuvvetleri bazı saldırılar yapsalar da, ağır kayıplar vererek geri çekilmek zorunda kaldılar. Buna rağmen italyanlar dörde bir sayı ve büyük silah üstünlüğüne karşın trablusgarbta sonuçsuz durumun ötesine geçemediler,aldıkları bölgelerde de kontrolü sağlayamamaktaydılar; zira bu bölgelerde Arap ve türk düzensiz kuvvetlerinin gece baskınları,yeniden ele geçirme girişimleri ve gerilla saldırıları ile sürekli kuşatma altındaydı. İtalyanlar bu baskınlara karşı yerel halka sert tedbirler uyguluyordu bu baskınların intikamı ve gözdağı olarak yakalanan kişilerden pek çoğu halkın önünde asılıp idam edildi. Bu sebeple italyanlar ise sahilde belli bir kesim dışında bir hakimiyet alanı oluşturamadılar.[56]
8 Ekim'de Karadağ'ın Osmanlı İmparatorluğu'na savaş ilan etmesiyle Balkan Savaşları başlayınca, Osmanlı İmparatorluğu her ne pahasına olursa olsun İtalya'yla barışa razı oldu, çünkü Ege Denizi'ndeki İtalyan donanması, Makedonya'ya yardım gönderilmesini engelliyordu. Sonuçta İtalya'nın şartları kabul edildi ve 15 Ekim 1912'de İsviçre'nin Ouchy (Uşi) kentinde antlaşma imzalandı.

Uşi Antlaşması ve sonuç

Ana madde: Uşi Antlaşması
İsviçre'de Lozan'in bir semti olan Uşi (Ouchy)'de imzalanan antlaşmaya göre;[57]
  1. Osmanlı İmparatorluğu, Trablusgarp ve Bingazi'deki kuvvetlerini çekecek ve buraları İtalya'ya bırakacak,
  2. Osmanlı İmparatorluğu, Trablusgarp'taki Müslümanların haklarını koruyacak,
  3. İtalya Krallığı, On İki Ada'yı Osmanlı İmparatorluğu'na geri verecekti.
Ancak Osmanlı İmparatorluğu, Balkan Savaşları'nda Oniki Ada'yı Yunanistan'a kaptırma endişesi içinde kaldığı için adaları, savaştan sonra geri almak şartıyla İtalya'ya verdi. Ancak İtalya, Balkan Savaşları bitmesine rağmen adaları kendi topraklarına kattığını ilan etti.
Savaş sonunda Osmanlı İmparatorluğu, Kuzey Afrika'daki son topraklarını da kaybetmiş oluyordu. Ayrıca ileriki yıllarda Türkiye ve Yunanistan arasında sıkça sürtüşmelere neden olacak olan adalar sorunu da başlamıştı. II. Dünya Savaşı sırasında Almanya tarafından işgal edilen On İki Ada, bir taktik ve hediye olarak Türkiye'ye hediye edilmek istenmiş, ancak ülkenin tarafsızlığını bozacağı için, bu öneri reddedilmiştir. On İki Ada, 1947 yılındaki Paris Antlaşması'yla Yunanistan'a bağlanmıştır.
İtalya'da ise savaş, İtalyan Milliyetçiliği'nin gelişmesine katkıda bulunmuş ve 1922 yılında Benito Mussolini'nin iktidara gelişini kolaylaştırmıştır.

Notlar

Trablusgarp Savaşı, içinde barındırdığı bazı ilkler sebebiyle de ayrıca ilginç bir savaştır. Dünya tarihinde ilk kez uçakların savaş aracı olarak kullanılması bu savaşa rastlar. Trablusgarp Savaşı'nda İtalyan uçakları savaş sırasında bombalama ve bildiri dağıtma gibi görevler üstlenmişlerdi. İtalyan pilot Giulio Gavotti 1 Kasım 1911'de dünya tarihinde ilk kez uçaktan Osmanlı askerlerinin üzerine bomba atarak bir hava saldırısı gerçekleştirdi. Bunun için İtalyanlar dünyada bir ilki gerçekleştirmişlerdir.[58]
Trablus'taki hava harekatı yapılırken siyasi ve psikolojik sonuçlar elde etmek için Osmanlı hatlarının gerisine ve Arapların üzerine bildiriler atılmıştı. Tarihte uçak ile atılan ilk bildiri şöyleydi:
"Trablus'lu Araplar'a: Bizimle gelmek için ne bekliyorsunuz? Camilerinizde ibadet etmek arzusunu duymuyor musunuz? Ailelerinizle sakin yaşamak istemiyor musunuz? Bizim de kitabımız var, biz de namuslu ve dindarız. İtalya, babanızdır. Çünkü Memleketimiz, anneniz Trablus'la evlenmiştir."[3]

Görseller

 

Balkan Savaşları

Vikipedi, özgür ansiklopedi
I. Balkan Savaşı
Balkan Wars Boundaries.jpg
I., II. Balkan Savaşı ve sınırlar (1912-1913)
Tarih 8 Ekim 1912 - 18 Temmuz 1913
Bölge Balkan Yarımadası
Sonuç Balkan Birliği kazandı ve Osmanlı İmparatorluğu yenildi, Londra Antlaşması
II. Balkan Savaşı; Bulgaristan yenildi, Bükreş Antlaşması (1913)
Taraflar
 Osmanlı İmparatorluğu (Birinci Balkan Savaşı)
 Bulgaristan (İkinci Balkan Savaşı)
 Sırbistan
 Karadağ
 Yunanistan
 Romanya (İkinci Balkan Savaşı)
 Bulgaristan (Birinci Balkan Savaşı)
 Osmanlı İmparatorluğu (İkinci Balkan Savaşı)
Komutanlar
Osmanlı İmparatorluğu Nazım Paşa
Osmanlı İmparatorluğu Zeki Paşa
Osmanlı İmparatorluğu Esad Paşa Teslim
Osmanlı İmparatorluğu Abdullah Paşa
Osmanlı İmparatorluğu Ali Rıza Paşa
Osmanlı İmparatorluğu Hasan Tahsin Paşa Teslim
Bulgaristan Krallığı Mihail Savov
Bulgaristan Krallığı Ivan Fichev
Bulgaristan Krallığı Vasil Kutinchev
Bulgaristan Krallığı Nikola Ivanov
Bulgaristan Krallığı Radko Dimitriev
Yunanistan Krallığı Prens Konstantin
Yunanistan Krallığı Panagiotis Danglis
Yunanistan Krallığı Pavlos Kountouriotis
Sırbistan Krallığı Radomir Putnik
Sırbistan Krallığı Petar Bojović
Sırbistan Krallığı Stepa Stepanović
Sırbistan Krallığı Živojin Mišić
Karadağ Krallığı I. Nikola
Karadağ Krallığı Prens Danilo Petrović
Karadağ Krallığı Mitar Martinović
Karadağ Krallığı Janko Vukotić
Balkan Savaşları, Osmanlı İmparatorluğu'nun Balkanlardaki dört devlete karşı 1912-1913'te yaptığı savaşlardır (8 Ekim 1912-29 Eylül 1913). Çatışmaların temel nedeni Bulgaristan Krallığı ile Sırbistan Krallığı'nın Balkanlarda hızlanan yayılma faaliyetleridir.

Arka plân

1878 tarihli Berlin Antlaşması'nda umduğunu bulamayan Bulgaristan 1908 yılında bağımsızlığını kazandıktan sonra Balkanlarda etkin bir politika izlemeye başlamıştı. Avusturya-Macaristan İmparatorluğu'nun yine 1908 yılında Bosna-Hersek'i ilhak etmesi ise Sırbistan'ı aynı yönde bir politika izlemeye itti.
1912 yılında Rusya bu iki devletin çıkarlarının çatışmaması için Bulgaristan ve Sırbistan arasında arabuluculuk ve düzenleyicilik yapmaya başladı. Osmanlı İmparatorluğu'na karşı yapılan ittifaka Yunanistan Krallığı ve Karadağ Krallığı da katıldı.
Rusya'nın Balkan Devletleriyle Antlaşması Osmanlı İmparatorluğu'nun Balkanlardaki varlığına son vermek isteyen Yunanistan, Bulgaristan, Sırbistan ve Karadağ, Rusya'nın aracılığıyla aralarında anlaşarak, Türkleri Balkanlardan atmak istediler. Trablusgarp Savaşı da onları cesaretlendirdi.

I. Balkan Savaşı

Bulgar askerleri Edirne saldırısı öncesinde.
Ana madde: I. Balkan Savaşı
8 Ekim 1912 - 30 Mayıs 1913 tarihleri arasında Bulgaristan Krallığı, Sırbistan Krallığı, Yunanistan Krallığı ve Karadağ Krallığı'ndan oluşan Balkan Birliği, Osmanlı İmparatorluğu'nun Balkanlardaki topraklarının çoğunu ele geçirdi. Arnavutluk da bağımsızlığını kazandı.
Birinci Balkan Savaşı sırasında Balkanlardan göçen muhacirler, İstanbul, 1912.
Balkan sorunları

Osmanlı'nın savaşı kaybetme sebepleri

  • Trablusgarp Savaşı'nın çıkması (1911),
  • Balkanlar'da bir karışıklığın meydana gelmeyeceği fikriyle bölgeden, 200 taburluk (75,000 askerlik) bir kuvvetin terhis ettirilmesi,
  • Ordunun teçhizatının düşman güçlerden çok daha üstün olmasına rağmen birliklerin sabotaj ve baskınlara açık ileri mevkilerde mevzilendirilmesi,
  • Sırbistan'ın, Almanya'dan satın aldığı ağır silahların Selanik Limanı üzerinden geçirilmesine şaşırtıcı bir biçimde izin verilmiş olması ve dolayısıyla Balkan Devletleri'nin silahlanması hususunda kayıtsız kalınması,
  • Askerlikle politikanın, birbiri içine dahil edilmesi neticesinde İttihat ve Terakki Fırkası ile Hürriyet ve İtilaf Fırkası mensubu subay ve generallerin, sırf siyasi görüş farklılıkları sebebiyle birbirine yardımdan yüz çevirmesi.
Yanya'nın Yunanlara teslimi, Yunanistan Krallığı veliahtı Konstantin'e kılıçı teslim eden Esat Paşa. (21 Şubat 1913)
Yunanistan Deniz Kuvvetleri'ne ait Georgios Averof Zırhlı Kruvazörü (müze).

Çok kısa zaman zarfında;
  • Osmanlı İmparatorluğu yüzbinlerce asker ve yılların çabasıyla elde edilmiş binlerce top ile silah stoklarını kaybetti.[kaynak belirtilmeli]
  • Savaş, çok sayıda Türk, Pomak, Arnavut ve diğer Müslümanların birçoğunun katline ve mecburen göçüne yol açtı. Balkanlar'daki nüfus dağılımı büyük ölçüde değişti.
  • Ordu tecrübesiz ve mesuliyet duygusundan uzak subaylarca idare edildiğinden Doğu ve Batı cephesi olarak iki tertipte savaşan Osmanlı Ordusu'nun ilk önce doğu kısmı Bulgarlar tarafından mağlup edilmiştir. Daha sonra Batı cephesiyle irtibatı kesilen Osmanlı Ordusu, Sırp ve Yunanlarla savaşan birliklerini de kaybetmiştir.[kaynak belirtilmeli]
  • 1910'daki olaylar nedeniyle Arnavutlar, Osmanlı tarafında yer almamıştır.[kaynak belirtilmeli]
  • İttihatçı askeri örgütlenme ve taraftarların beceriksizliği nedeniyle Trakya Türkleri ancak 45,000 civarında bir seferberlik çıkarabilmiştir.[kaynak belirtilmeli]
  • Öte yandan savaşın kısa sürmesi Osmanlı İmparatorluğu'nun Anadolu ve Arap Yarımadası'ndaki birliklerinin bölgeye nakledilmesine dahi fırsat tanımamıştır.[kaynak belirtilmeli]

Osmanlı'nın kaybettiği topraklar

Bulgaristan ordusu, Çatalca'ya kadar ilerleyerek, İstanbul'u tehdit etmeye başladı. Sırbistan, Karadağ ve Yunanistan orduları, Makedonya'yı tamamen işgal ettiler. Diğer Balkan ülkelerini kendine karşı tehdit olarak gören Arnavutluk, mecburen bağımsızlığını ilan etti. Yunanistan, Gökçeada (İmroz) ve Bozcaada dışındaki Ege Adaları'nı işgal etti.
Taraflar arasında savaşı bitiren anlaşma 1913 yılı Mayıs ayında Londra'da imzalandı. Londra Antlaşması'na göre:

II. Balkan Savaşı

Bulgaristan'ın daha fazla toprak almasını kabul etmeyen Yunanistan, Karadağ, Sırbistan ve I. Balkan Savaşı'na katılmayan Romanya Krallığı birleşerek, Bulgaristan'a karşı savaş açtılar. Bulgarların üst üste yenilerek Doğu Trakya'daki birliklerini batıya kaydırmasından faydalanan Osmanlı Ordusu, Midye-Enez çizgisini aşarak, Edirne ve Kırklareli'ni geri aldı.
II. Balkan Savaşı Ağustos 1913 tarihli Bükreş Antlaşması ile bitti. Bu antlaşma ile Bulgaristan; Dobruca'yı Romanya'ya, Kavala'yı Yunanistan'a vermiş ve Makedonya'dan ufak bir toprak parçası almıştır.

II. Balkan Savaşı ve Osmanlı İmparatorluğu'nun Yaptığı Anlaşmalar

Bu antlaşmayı takiben Osmanlı İmparatorluğu yine 1913 yılında İstanbul Antlaşması'nı yaptı. Kırklareli ve Dimetoka, Osmanlı İmparatorluğu'na geri verildi. Batı Trakya ve Dedeağaç, Bulgaristan'da kaldı.
Osmanlı İmparatorluğu bu savaşın sonunda Yunanistan'la Atina Antlaşması'nı yaptı. Girit ve Ege Adaları, Yunanistan'a verildi. Yunanistan'da kalan Türklerin durumu da düzenlendi.Sırbistan ve Karadağ'ın, Osmanlı İmparatorluğu'yla sınırı kalmadığı için antlaşma imzalanmamıştır.
Osmanlı İmparatorluğu, Sırbistan ile de Bulgaristan'la yaptığından farklı bir İstanbul Antlaşması imzalamıştır.
Her üç anlaşmada da Balkan devletlerinin sınırları içinde kalan Türk topluluğunun durumuna ilişkin hükümler bulunmakta, Balkanlardaki Türk halkının din ve mezhep özgürlüğü, Türkçe öğretim yapan ilk ve orta okulların açılması gibi hususlara yer verilmektedir.

Elçiler Konferansı

İtalya ile Yunanistan'ın işgaline uğramış ve hukuken Osmanlı toprağı olan Ege Adaları konusunda bu anlaşmalarda herhangi bir hüküm yoktur. Bu konu ile Londra'da toplanmış bulunan "Elçiler Konferansı" uğraşıyordu. Konferans 1914 şubat ayında Meis adası dışında İtalya'nın işgal ettiği adalar İtalya'ya, İmroz ve Bozcaada dışında Yunanistan'ın işgal ettiği adalar ise Yunanistan'a bırakılması kararını aldı. Ancak, yine konferansa göre bu kararın hukuki değer kazanabilmesi için İtalya ve Yunanistan'ın Osmanlı ile ayrı ayrı birer antlaşma yapması gerekiyordu. Bu antlaşmalar imzalanamadan I. Dünya Savaşı patlak vermiştir.

I. Dünya Savaşı

Vikipedi, özgür ansiklopedi
I. Dünya Savaşı
WWImontage.jpg
Saat yönünde: Batı cephesinde siperler; siperleri geçen İngiliz Mark IV tankı; Çanakkale Deniz Harekâtlarında İngiliz Kraliyet Donanma gemisi HMS Irresistible mayına çarpmış batarken; gaz maskeleriyle bir Vickers makineli tüfek ekibi ve Alman Albatros D. III uçakları
Tarih 28 Temmuz 1914 – 11 Kasım 1918
Bölge Avrupa, Afrika, Orta Doğu, Asya, Kafkasya ve Pasifik Okyanusu
Sonuç İtilaf Devletlerinin zaferi.
Taraflar
İtilaf Devletleri:
Fransa Fransa
Birleşik Krallık Birleşik Krallık
Rusya İmparatorluğu Rusya (1914-17)
İtalya Krallığı İtalya (1915-18)
Amerika Birleşik Devletleri ABD (1917-18)
Romanya Romanya (1916-18)
Japonya Japonya
Sırbistan Sırbistan
Belçika Belçika
Yunanistan Krallığı Yunanistan (1917-18)
Portekiz Portekiz (1916-18)
Karadağ Krallığı Karadağ (1914-16)
ve diğerleri

İttifak Devletleri:
Alman İmparatorluğu Almanya
Avusturya-Macaristan Avusturya-Macaristan
Osmanlı İmparatorluğu Osmanlı
Bulgaristan Krallığı Bulgaristan (1915-18)

Komutanlar
Fransa Aristide Briand Fransa Georges Clemenceau
Fransa Joseph Joffre
Fransa Ferdinand Foch
Rusya İmparatorluğu II. Nikolay
Rusya İmparatorluğu Mihail Vasilyeviç Alekseyev
Rusya İmparatorluğu Aleksey Brusilov
Birleşik Krallık Herbert Henry Asquith
Birleşik Krallık Herbert Kitchener
Birleşik Krallık David Lloyd George
İtalya Krallığı Antonio Salandra
İtalya Krallığı Paolo Boselli
İtalya Krallığı Vittorio Emanuele Orlando
Amerika Birleşik Devletleri Woodrow Wilson
Amerika Birleşik Devletleri Tasker H. Bliss
Amerika Birleşik Devletleri Peyton C. March

Alman İmparatorluğu II. Wilhelm Alman İmparatorluğu Theobald von Bethmann-Hollweg
Alman İmparatorluğu Erich Ludendorff
Alman İmparatorluğu Paul von Hindenburg
Alman İmparatorluğu Liman von Sanders
Avusturya-Macaristan Franz Joseph
Avusturya-Macaristan I. Charles
Osmanlı İmparatorluğu V. Mehmed
Osmanlı İmparatorluğu Enver Paşa
Osmanlı İmparatorluğu Mustafa Kemal
Bulgaristan Krallığı I. Ferdinand
Bulgaristan Krallığı Nikola Zhekov

Güçler
İtilaf Devletleri[1]
Fransa 8,660,000
Rusya İmparatorluğu 12,000,000
Birleşik Krallık 8,841,541
İtalya Krallığı 5,093,140
Amerika Birleşik Devletleri 4,743,826
Romanya 1,234,000
Japonya 800,000
Sırbistan Krallığı 707,343
Belçika 380,000
Yunanistan Krallığı 250,000
Portekiz 200,000
Karadağ Krallığı 50,000
Toplam: 42,959,850

İttifak Devletleri[1]
Alman İmparatorluğu 13,250,000
Avusturya-Macaristan 7,800,000
Osmanlı İmparatorluğu 2,998,321
Bulgaristan Krallığı 1,200,000
Toplam: 25,248,321

Kayıplar
Hayatını Kaybeden Asker:
5,525,000
Yaralı Asker:
12,831,500
Kayıp Asker:
4,121,000
Toplam:
22,477,500
Hayatını Kaybeden Asker:
4,386,000
Yaralı Asker:
8,388,000
Kayıp Asker:
3,629,000
Toplam:
16,403,000
Birinci Dünya Savaşı, 28 Temmuz 1914'te başlayan ve 11 Kasım 1918'de sona eren Avrupa merkezli küresel savaştır. İkinci Dünya Savaşı'nın çıkmasına kadar Dünya Savaşı veya Büyük Savaş olarak adlandırılmıştır. A.B.D savaşa girinceye kadar, savaş A.B.D'de Avrupa Savaşı olarak anılmıştır.[2] Zamanın Büyük Güçler’i [3] iki tarafa ayrılarak savaşta yer almışlardır: İtilaf Devletleri (Birleşik Krallık, Fransa Cumhuriyeti ve Rusya İmparatorluğu’nun Üçlü İtilaf’ı merkezlidir) ve İttifak Devletleri (asıl olarak Alman İmparatorluğu, Avusturya-Macaristan İmparatorluğu ve İtalya Krallığı’nın Üçlü İttifak’ı merkezlidir; fakat Avusturya-Macaristan anlaşmaya karşı saldırıya geçtiği için İtalya savaşa girmemiştir)[4] Bu ittifaklar yeniden yapılanmış (İtalya, İtilaf Devletleri’nin tarafına geçmiştir) ve yeni devletlerin savaşa girmesiyle genişlemiştir. Nihayetinde 60 milyon Avrupalı dâhil olmak üzere 70 milyon askeri personel, tarihin en büyük savaşlarından biri için seferber edilmiştir.[5][6] Yeni teknolojiler sayesinde silahların öldürücülüğünde görülen muazzam ilerlemeye karşılık savunma ve hareketlilikte aynı miktarda gelişme olmaması sonucu yaklaşık 9 milyon muharip hayatını kaybetmiştir. Böylece bu savaş dünya tarihindeki en çok zayiat verilen beşinci savaş olmuş ve savaşa katılan devletlerde birçok politik değişikliğe ve devrimlere yol açmıştır.[7]
Savaşın bir nedeni de Avrupalı Büyük Güçler Alman İmparatorluğu, Avusturya-Macaristan İmparatorluğu, Osmanlı İmparatorluğu, Rusya İmparatorluğu, Birleşik Krallık, İtalya Krallığı ve Fransa Cumhuriyeti’nın uzun zamandır süregelen emperyalist dış politikalarıdır. Avusturya tahtının veliahtı Arşidük Franz Ferdinand’ın 28 Haziran 1914’te Gavrilo Princip adında bir Sırp milliyetçisi tarafından Saraybosna’da öldürülmesi, savaşı tetikleyen olay olmuştur. Olaydan sonra Avusturya, Sırbistan Krallığı'na bir ültimatom göndermiştir.[8][9] Nihayetinde on yıllardır yapılanmakta olan ittifaklar sisteminin işlemesiyle birkaç hafta içerisinde Avrupa’nın ana güçleri kendilerini savaşta bulmuşlar ve koloniler yoluyla savaş bütün dünyaya yayılmıştır.
28 Temmuz'da çatışmalar Avusturya-Macaristan’ın Sırbistan’ı işgal etmesi ile başlamış [10][11] ve bunu Almanya’nın Belçika, Lüksemburg ve Fransa’yı işgali ile, Rusya’nın Almanya’ya saldırması takip etmiştir. Almanların Paris’e yürüyüşü durma noktasına gelince batı cephesindeki çatışmalar durağan bir siper savaşına dönüşmüştür ve bu durum 1917’ye kadar pek değişmemiştir. Doğu cephesinde ise Rusya ordusu Avusturya-Macaristan kuvvetleriyle başarılı bir şekilde savaşmış fakat Doğu Prusya ve Polonya’dan Alman ordusu tarafından geri püskürtülmüştür. Osmanlı’nın 1914’te, İtalya ve Bulgaristan’ın 1915’te, ve Romanya’nın 1916’da savaşa girmesiyle ilave cepheler açılmıştır. Rusya İmparatorluğu 1917’de Ekim Devrimi’yle yıkılınca savaştan da çekilmiştir. 1918’de batı cephesi boyunca bir Alman taarruzundan sonra Müttefikler ardı ardına yaptıkları saldırılarla Almanları geri püskürtmüş ve ABD kuvvetleri siperlere girmeye başlamıştır. Bu noktada zaten başı kendi içindeki devrimcilerle dertte olan Almanya, daha sonra Ateşkes Günü olarak tarihe geçecek olan 11 Kasım 1918’de ateşkesi kabul etmiştir. Savaş böylece Müttefikler’in zaferiyle sona ermiş olur.
Savaşın tarafları, tüm insan gücü ve ekonomik kaynaklarını bir topyekün savaş için seferber etmeye çalıştıklarından sivillerin durumu da cepheler kadar çalkantılı olmuştur. Savaşın sona ermesiyle büyük emperyalist güçlerden dördü; Alman, Rusya, Avusturya-Macaristan ve Osmanlı imparatorlukları tarihe karışmıştır. Bunlardan Alman ve Rus imparatorluklarının halefleri çok büyük toprak kaybı yaşamış; Avusturya-Macaristan ile Osmanlı imparatorlukları ise tamamen parçalanmışlardır. Avrupa haritası daha küçük parçalardan oluşacak şekilde yeniden çizilmiştir.[12] Daha sonra bu tarz çatışmaların yaşanmasını önlemesi ümidiyle Milletler Cemiyeti kurulmuştur. Avrupa’da milliyetçiliğin bu savaşla ve imparatorlukların yıkılmasıyla yeniden canlanması, Almanya’nın yenilgisinin yan etkileri ve Versay Antlaşması’nın yarattığı problemler İkinci Dünya Savaşı’nın çıkmasına katkıda bulunan etkenler olarak kabul edilir.[13]

Savaşın nedenleri

Siyasi nedenler

Avrupa'da 16. yüzyıl'da yaşanan Katolik-Protestan ayrışmasıyla, Kutsal Roma Cermen İmparatorluğu'na bağlı prenslikler, farklı taraflarda savaşmışlar, tarihte Otuz Yıl Savaşları (1618-1648) olarak bilinen bu savaş da Vestfalya Antlaşması'yla sona ermiştir. Savaş sonucunda, bugün bile Avrupa Birliği'nin kökenini oluşturan Kutsal Roma Cermen İmparatorluğu dağılmıştır. Savaşın sonunda Fransa'nın güçlenmesi, tam aksine Kutsal Roma Cermen İmparatorluğu'nun ve Habsburg Hanedanı'nın zayıflaması söz konusudur. Bu sonuç Almanya için 19.yy'a kadar sürecek bir zayıflık dönemine ve yine bu tarihlere kadar birliğini kuramamasına neden olmuştur. Sanayi Devrimi ve Sömürgecilik hareketlerinde de bu olay etkisini göstermiş ve İngiltere ile Fransa sömürgecilik alanında hızla güçlenirken Almanya'nın bu alanda geri kalmasına neden olmuştur.
1815'te yapılan Viyana Kongresi ile Avrupa'ya ve geniş anlamda dünyaya yeni bir statü getirilmiş ve buna göre güçler dengesi kurulmuştur. Kırım Savaşı'nda (1853-1856) bu dengelerin Rusya lehine değişmesine engel olmak için, Haçlı Seferleri'nden sonraki en önemli ittifakla, Avrupa Devletleri, Osmanlı İmparatorluğu ile birlikte Ruslara karşı savaşmıştır. Yenilgiye uğrayan Ruslar, etkisi 1917 Ekim Devrimi'ne kadar sürecek siyasi ve ekonomik dalgalanmalar yaşamıştır. Yine bu savaşın sonunda, İtalya Birliği'ne gidecek yollar da açılmıştır. 1870 Sedan Muharebesi[14] ile Almanya ve İtalya'nın birliklerini kurmaları ve büyük devletler olarak devletler arası ilişkilerde yer almak için girişimlerde bulunmaları, Viyana Kongresi statükosunu ve güçler dengesini büyük ölçüde değiştirmişti. Bundan sonrası ise yeniden bir dengenin kurulması girişimlerine, Avrupa'da yeni blokların ortaya çıkmasına ve bunların birbirleriyle çatışmasına yol açmıştır. Bloklar arasındaki gerginlik de karşılıklı silahlanmaya neden olmuştur. Bu da silahlı barış dönemini ortaya çıkarmıştır . Bu dönemde bloklar ve devletler arası ilişkilerde çok yönlü gelişen çatışmalar, gerginliği daha da arttırmış ve devletleri bir savaşın eşiğine getirmiştir. Bu genel çerçeve içinde I. Dünya Savaşı'nın nedenleri çeşitli ekonomik, siyasi, askeri gelişmelere dayanmaktadır. Bunlara büyük devletlerin çıkar hesaplarını da eklemek gerekir. Özelikle Prusya'nın Avusturya'yı yenip Alman birliğini sağladıktan sonra yeni ortaya çıkan Alman İmparatorluğu'nun elinde önemli sömürgeleri olmamasına rağmen dönemin süper gücü Britanya İmparatorluğu'na karşı koyabilecek hatta onu geçebilecek bir sanayi, insan gücü ve teknoloji haline gelmesi ve bunun başta İngiltere ve Fransa tarafından engellenmek istemesi başlıca çekişme kaynağıdır.[14][15][16]

Ekonomik nedenler

Sanayi Devrimi ve Sömürgecilik sonucunda ekonomik pozisyonlarını güçlendiren İngiltere ve Fransa, karşı taraftaki Almanya ve İtalya gibi ülkelerden ekonomik olarak çok ilerideydi. Almanya ve İtalya, siyasi birliklerini oluşturduktan sonra 1914'e kadar olan süreçte aradaki farkı kapatmaya çalışmışlardır. İngiltere ve Fransa'nın ekonomik hakimiyet alanlarını koruma, Almanya'nın ise bu alanları ele geçirme niyeti savaşın başlıca ekonomik nedenlerindendir. Bu nedenler; sömürgeler, deniz yollarının hâkimiyeti, uluslararası ticaret imtiyazları gibi ana başlıklarda değerlendirilebilir.
Öte yandan 19. yüzyıl sonlarından itibaren kullanılmaya başlayan ve neredeyse 20. yy'a damgasını vuran petrol yataklarının mülkiyeti de savaşın temel ekonomik nedenlerindendir. Osmanlı İmparatorluğu'nun hakimiyeti altındaki Orta Doğu petrol varlığı, 19. yy sonlarında özellikle İngilizler tarafından, çeşitli gizli/açık yöntemlerle tespit edilmiştir. İngiltere, petrol siyasetini, 1900'lerde tüm stratejilerinin birinci sırasına koymuştur.
Diğer bir konu da Rusya İmparatorluğu'nun ekonomik durumudur. Rusya, 19. yy'ın sonlarında 20. yy'ın başlarında toplumsal dalgalanmanın en fazla görüldüğü ülkedir. Toplumun en büyük kesimini oluşturan köylü sınıfı ve o büyüklükte olmasa da etkin bir işçi sınıfı 1905 Devrimi ile 1917 Ekim Devrimi'ne giden yolu açmıştır. Toplumsal dalgalanmalar ekonomik açıdan Rus İmparatorluğu ve çarlık rejimi için tehlike oluşturuyordu. Rus yönetimi bu dalgalanmaları engellemek için siyasi ve ekonomik güç kazanmak zorundaydı.[14][15][16]

Ülkelerin stratejileri

Britanya

I. Elizabeth’in uzun ve başarılı saltanatında (1558-1603) İskoçya'daki İngiliz etkisinde farklılık görülmeye başlandı. İngiltere'deki Tudor Hanedanı'yla, İskoçya'daki Stuart Hanedanı arasındaki evlenmeler, iki geleneksel düşmanı birbirine yaklaştırdı. İskoçya Kralı I. James aynı zamanda İngiltere kralı oldu. 1707 yılında iki krallığı birleştiren bir antlaşma imzalandı. Bu tarihten sonra Büyük Britanya tarihi başlar.
1642-1651 yılları arasında gerçekleşen İngiliz İç Savaşı sonucunda krallık devrildi. Bunun yerine önce parlamento idaresinde (1649–1653) sonra da Oliver Cromwell iktidarında (1653–1659) kısa süren bir cumhuriyet kuruldu. Cromwell'in ölümünün ardından parlamento iç karışıklıkları önlemek için sürgündeki kral II. Charles'ı krallığı yeniden kurmak üzere İngiltere'ye davet etti.
18. ve 19. yüzyıllarda İngiltere, büyük bir sanayi devleti ve sömürge gücü haline gelen Britanya İmparatorluğu'nun merkezi konumundaydı. 19. yüzyılın başlarında Avustralya, Kanada, Hindistan, Afrika’da bazı devletler, Antiller ve Hong Kong gibi dünyanın büyük bir kısmına yayılan dev bir sömürge imparatorluğu kurulmuştu. Kraliçe Victoria (1837-1901) zamanında Birleşik Krallık dünyanın en büyük gücü durumuna geldi. 1877'de Hindistan sömürgeleştirildi. 1882'de Mısır ele geçirildi.
Britanya 20. yy.'a gelindiğinde dünyanın en büyük gücü konumundaydı. Bu gücü sömürgeler, deniz yolları hakimiyeti, küresel şirketler aracılığıyla askeri ve siyasi anlamda da sağlamayı başarabilmiştir. 1871'ten itibaren Alman İmparatorluğu'nu kendi etkinliğine karşı en önemli tehdit olarak algılamıştır. Çünkü güçlü bir Almanya, İngitere için en büyük tehdit olacaktır. Fransa ile sürdürdüğü ortaklıkta, Fransa'nın da 1871 yenilgisinden itibaren Alman İmparatorluğu'na karşı olan düşmanlığı belirleyici nokta olmuştur. Yine aynı şekilde Rusya ile I. Dünya Savaşı öncesinde temin ettiği ittifak da, Balkanlar ve Doğu Avrupa'da Rusya'nın Pan-Slavizm politikası ile Almanya'nın Pan-Cermen politikası karşıtlığı temeline oturmuştur.
Britanya, bir ada ülkesi olması nedeniyle, savunma stratejisini Hollanda ve Belçika'nın Almanya'ya karşı dirençli olması esasına dayandırmaktaydı.[17]
Alman İmparatorluğu'nun İngiltere için gerek ekonomik gerekse de siyasi tehdit haline gelmesi Britanya için tartışmasız bir savaş nedeniydi. Aynı zamanda, sömürgelerin korunması, deniz yollarının kontrol altında tutulması, küresel şirketlerin hakimiyeti ve en önemlisi Ortadoğu Enerji Koridoru'na sahip olmak stratejileri tamamen Alman İmparatorluğu çıkarlarıyla çatışmaktaydı.[14][15][16]

Fransa

Fransa'da krallık sistemi 1789 yılında gerçekleşen Fransız Devrimi'ne dek sürdü. Fransız Devrimi sırasında dönemin Fransa kralı XVI. Louis ve eşi Marie Antoinette ile onlara yakınlığı olduğu düşünülen yüzlerce Fransız vatandaşı öldürüldü. Kısa süreli bir dizi yönetim denemesinden sonra Napolyon Bonapart 1799'da cumhuriyetin kontrolünü ele aldı ve kendini önce Birinci Konsül, daha sonra, günümüzde Birinci İmparatorluk (1804–1814) adıyla anılan devletin imparatoru ilan etti. Napolyon Savaşları olarak bilinen bir dizi savaşın ardından, Bonaparte ailesinin yardımıyla Napolyon Kıta Avrupası'nın büyük bölümünü ele geçirdi. Yeni elde edilen bu topraklara daha sonra Bonaparte ailesinin üyeleri Fransa'ya bağlı kral olarak atandı.
1815 yılında yapılan Waterloo Muharebesi'nde Napolyon'un son yenilgisinden sonra Fransa'da krallık yönetimine geri dönüldü. Ancak bu kez kralın yetkilerine anayasal kısıtlamalar getirildi. 1830 yılında çıkan bir sivil ayaklama olan Temmuz Devrimi'yle Bourbon Hanedanı tümüyle kaldırılarak anayasal krallığa dayanan Temmuz Monarşisi getirldi. Bu yönetim biçimi 1848 yılına dek sürdü. Bu arada kurulan İkinci Cumhuriyet oldukça kısa süreli oldu ve 1852 yılında III. Napolyon İkinci İmparatorluğu kurunca yıkıldı. 1870 yılında başlayan Fransa-Prusya Savaşı'nda yenilen III. Napolyon bunun üzerine tahttan indirildi ve bu yönetim rejimi de Üçüncü Cumhuriyet'in kurulmasıyla fesh edildi.
Fransa 17. yüzyıldan başlayarak 1960'lara dek bir sömürge devleti kimliğiyle var oldu. 19. ve 20. yüzyıllarda dünyanın dört bir yanında edindiği sömürge toprakları Fransa'yı İngiltere'den sonra ikinci büyük sömürge imparatorluğu hâline getirdi.
Fransa ve Almanya, 1871 yılından itibaren birbirlerini tehdit olarak görmüşlerdir. Fransa için, kaybettiği Alsace-Lorraine bölgesi hem ekonomik hem de askeri açıdan büyük öneme sahipti. Öte yandan Ren Nehri üzerindeki köprüler ve Belçika'nın güçlü savunmaya sahip olması, Fransa için diğer iki askeri strateji unsuruydu.[14]
Fransa için Alman İmparatorluğu, Merkezi Avrupa'da olduğu kadar, sömürgeleri için de büyük tehdit oluşturuyordu.Çünkü Fransız Askeri-ekonomik-siyasi gücünün temeli sömürgeler üzerine kuruluydu.[14][15][16]

Rusya İmparatorluğu

Rusya İmparatorluğu'nun başlangıcı 1721 yılındadır. 1866 yılında toprakları Asya, Avrupa ve Kuzey Amerika'nın belirli bölümlerini kapsamıştır. 19. yüzyılın başında dünyanın en büyük ülkesi olmuş, toprakları kuzeyde Kuzey Buz Denizi'nden güneyde Karadeniz'e, doğuda Büyük Okyanus'tan batıda Baltık Denizi'ne kadar uzanmıştır.
19. yüzyıl sonu ve 20. yüzyıl başlarında, İmparatorluğun ekonomik yapısı geniş ölçüde köylü ve sayıca daha az ama etkili bir işçi sınıfına dayanmaktaydı. Sanayileşme yetersizdi ve üretim büyük ölçüde tarıma dayalıydı. Şehirleşme 2-3 şehir dışında son derece az ve nüfusun büyük çoğunluğu taşrada yaşamaktaydı. 1905 Devrimleri, ve ardından gelen 1917 Devrimleri, Rusya'nın bu ekonomik ve siyasi yapısından kaynaklanmıştır.
Rusya 19. yüzyıl'da temelde dört hedef doğrultusunda siyasetini yapmaktaydı:
  1. Batısında Pan-Slavizm Politikasıyla Balkanlar ve Doğu Avrupa'da hakimiyetini sağlamak. Böylece Slav kökenli halkların kontrolünü eline geçirilmiş olunacaktı.
  2. Güneyde Osmanlı İmparatorluğu (Boğazlar'ı ve Doğu Anadolu'yu ele geçirmek) ve İran (Petrol alanları) üstünde hakimiyetini sağlamak.
  3. 19. yy.'de Orta Asya'nın büyük bölümünü ele geçiren Ruslar, bu hakimiyetini devam ettirmek.
  4. Doğuda Japonya-Rusya-İngiltere-ABD arasındaki güç dengesini kaybetmemek.
1904-1905 Rus Savaşı'nda büyük yenilgiye uğrayan Rusya, aynı tarihlerde, İngiltere ile İngiliz-Rus Sömürge Antlaşması'nı imzalamak zorunda kalmıştır.[18]
Batıda Almanya İmparatorluğu'nun Pan-Germenizm Politikası, güneyde Osmanlı İmparatorluğu ile yüz yılı aşkın süren savaşlar, Pasifik'te İngiltere'ye karşı ABD ile yardımlaşma vb. stratejiler nedeniyle Rusya, İtilaf Devletleri safında yeralmıştır.
[14][15][16]

Almanya

18 Ocak 1871 yılında Versay Antlaşması'yla kurulan Alman İmparatorluğu, tüm dağınık Alman devletçiklerini -Avusturya hariç- bir arada topladı. İmparatorluk 1884 yılından itibaren ülke dışında sömürgeler kurmaya başladı.[19] Alman İmparatorluğu 1914 yılına kadar, birliğini geç oluşturması nedeniyle geri kaldığı İngiltere-Fransa-Rusya ittifakıyla, ekonomik,siyasi ve askeri yönden başabaş noktasına geldi. Hatta sanayileşme ve iş gücü alanında İngiltere'den (1914 verilerine göre) daha ileri bir seviyeye ulaştı.[20]
II. Wilhelm döneminde Almanya, diğer Avrupa güçleri gibi emperyal bir politika izlemiş ve zaman zaman sömürgeleri konusunda komşu devletlerle sürtüşmeye girmiştir. Bu, Almanya'nın dostluklarını zedelemiştir. Bu yüzden Almanya'ya karşı Fransa, Birleşik Krallık ve Rusya İmparatorluğu bir anlaşma imzalayarak kutup oluşturmuşlardır. Almanya ise sadece Avusturya-Macaristan İmparatorluğu ile ittifak kurabilmiştir.[21] Almanya'nın emperyal politikası ülke dışına taşmış ve devlet diğer Avrupa güçleri gibi Afrika'nın paylaşımına katılmıştır. Berlin Konferansı'nda bu kıta Avrupa güçlerine pay edilmiştir. Almanya'nın payına Alman Doğu Afrikası, Alman Kuzey-Batı Afrikası, Togo ve Kamerun düşmüştür. Afrika'da, büyük güçler arasında yaşanan bu mücadele I. Dünya Savaşı'nın nedenlerinden biri olmuştur.[22]
Almanya siyaset alanında ve denizlerde, o sırada Britanya'ya ait olan küresel konumu ele geçirmek ve böylece Britanya'yı otomatik olarak daha alt statüye indirgemek istiyordu.[20] 1900'lerde emperyal ve emperyalist çağın en yüksek noktasında hem Almanya'nın "Alman Ruhu dünyayı yenileyecektir!" deyişiyle yegane küresel statü iddiası, hem de Avrupa Merkezli bir dünyanın tartışmasız "büyük güçleri" olan Britanya ve Fransa'nın iddiası hala etkiliydi.[23]
Alman Ulusal Birliği'nin kurulduğu 1871 ile I. Dünya Savaşı'nın çıktığı 1914 tarihleri arasında Avrupa Tarihi'nin hiç değişmeyen öğesi Almanya ile Fransa arasındaki düşmanlıktır.[24] Fransa'nın 1871 Alman yenilgisi bu düşmanlığın en önemli etkenidir. Aynı zamanda Alsace-Lorraine'in kaybedilmesi iki ülke için, hem ekonomik hem de askeri önemi, bu düşmanlıklarda etkili olmuştur. Çünkü iki ülke arasındaki en önemli savunma noktaları olan Alsace-Lorraine ve Ren Nehri Köprüleri'ne sahip olmak önemliydi.
Öte yandan, Hohenzollern Hanedanı yönetiminde ve mutlakiyetçi yapıdaki Alman İmparatorluğu, siyasi olarak cumhuriyetçi İngiltere ve Fransa'nın yönetim sistemi yönünden de rakibiydi. Bu rekabet, I. Dünya Savaşı'nı, bir nevi mutlakiyet ve cumhuriyet mücadelesi şekline de getirmiştir. Bu mücadelenin sonucu olarak, savaş sonrasında mağlubiyete uğrayan taraftaki bütün mutlakiyetler çökmüş, yerine yeni cumhuriyetler kurulmuştur.[25]
Alman İmparatorluğu 1914'e gelinirken, Avusturya-Macaristan İmparatorluğu ile ittifakı dışında, Avrupa'da güçlü bir müttefike sahip değildi. Belki de savaşın daha başındaki bu durum, savaşın sonucunu belirleyecek olaylarda Alman stratejisinin, savaşın kaybı konusundaki en büyük eksikliğiydi. Çünkü Avusturya-Macaristan İmparatorluğu'nun çok uzun ömürlü olamayacağı, 1914'lerde neredeyse kesin gibi duruyordu. Bu konuda Adolf Hitler bile Kavgam'da, Eğer Reich, Schoenerer'in Habsburglar hakkındaki ikazlarına kulak vermiş olsa idi, Almanya'nın başına bütün dünyaya karşı savaşa girerek uğradığı felaket gelmeyecekti demiştir.[26]
Almanya'nın oluşturmak zorunda kaldığı diğer ittifakları da (Osmanlı İmparatorluğu ve Bulgaristan) savaşın sonucuna etki edebilecek ekonomik ve askeri düzeyde değildi. Almanya için güvenilmesi gereken temel güç, kendi öz gücüydü.
[14][15][16][27]

Avusturya-Macaristan İmparatorluğu

Kutsal Roma İmparatorluğu'nun etkinliği azaldıkça Avusturya'nın arşidükleri bağımsız olarak hareket etmeye başladılar. 1804 yılında arşidükler kendilerini imparator ilan ettiler. 1866'da Prusya-Avusturya Savaşı yenilgisi, ve Alman Konfederasyonu'nun dağılmasından sonra prestijini kaybeden Avusturya İmparatorluğu, 1867 yılında da Macaristan'la birleşerek Avusturya-Macaristan İmparatorluğu'nu kurdular. Avusturya ve Macaristan aslında içişlerinde bağımsız olan iki ayrı ülkeydiler. Fakat dışişleri açısından tek bir Habsburg İmparatoru tarafından yönetilmekteydiler.
Emperyal bir devlet olan Avusturya-Macaristan İmparatorluğu'nda, 11'in üzerinde etkili etnik grup mevcuttu. Bu etnik grupların büyük kısmı Almanlar, Slavlar ve Macarlar'dan oluşmaktaydı. Etkinlik sahasında (doğu bölgesinde yoğun Slav devletleri, batısında da Germen toplumları) farklı etnik gruplar bulunmaktaydı. 1789 Fransız Devrimi ve beraberinde getirdiği süreç, emperyal devletlerin sonunu hazırlamaktaydı. Uyanan milliyetçilik akımları 19. yüzyıl'da en fazla Osmanlı İmparatorluğu ve Avusturya-Macaristan İmparatorluğu'na zarar vermiştir.
Avusturya-Macaristan İmparatorluğu'nun karşısındaki en büyük tehdit Rusya ve Rusya'nın Pan-Slavizm Politikası'ydı. Rusya, Doğu Avrupa'ya ve Balkanlar'a doğru güç alanını genişletmek istiyordu. Bu amaçla gerek Osmanlı içindeki, gerekse de Avusturya-Macaristan İmparatorluğu içindeki tüm etnik unsurlara -başta Slavlar olmak üzere- açık (veya el altından) destek veriyordu. Bunun yanı sıra, batı kanadının güvenliğini sağlamak için, Almanya'yla yapılan ittifak ile sağlamlaştıran Avusturya-Macaristan İmparatorluğu, diğer taraftaki Rusya etkinliğini yok etmek istiyordu.
Aslında, Avusturya-Macaristan İmparatorluğu'nun da durumu Osmanlı İmparatorluğu'ndan farklı değildi. İki imparatorluk da kendi geleceklerini tamamen savaş sonunda alınacak bir galibiyete bağlamışlardı. Yani savaş, bir ölüm-kalım mücadelesi idi.
1882 yılında yapılan antlaşmayla kurulan Üçlü İttifak ile Almanya, Avusturya-Macaristan ve İtalya arasında oluşturulan birliktelik (1902 yılında yenilenerek) I. Dünya Savaşı'na kadar sürmüştür. (İtalya, savaşın başında tarafsız kaldıktan sonra, İtilaf Devletleri safında savaşa girmiştir.)[14][28][29]

İtalya

19. yüzyılın ilk yıllarında İtalya I. Napolyon tarafından işgal edilerek Fransız etkisi altına girdi. Viyana Kongresi İtalya'nın, Fransız işgalinden önce yöneten hanedanlara geri verilmesini öngörüyordu. Böylece Papalık Devleti, Sardinya-Piemonte Krallığı, Toskana Grandüklüğü, Modena Düklüğü ve Lombardiya-Venedik Krallığı tekrar kuruldu. Ancak Carbonari adı verilen gizli dernekler İtalya'nın birleşmesi için çalışmaya başladılar. Giuseppe Mazzini ve Giuseppe Garibaldi birleşme hareketinin öncüleri arasında yer alıyorlardı. Ayrıca Sardinya Kralı II. Victor Emmanuel de bu birleşme hareketini destekleyenler arasındaydı.
1848 yılında Lombardiya Avusturya'nın elinde bulunuyordu. İtalya'yı birleştirmek konusunda Fransa'nın desteğini almayı başaran İtalya, 1859'da Fransa ile birlikte Avusturya'yı mağlup etti ve 11 Kasım 1859'da Avusturya ile Piyemonte arasında Zürih'te barış antlaşması yapıldı. Buna göre; Avusturya, Lombardiya'yı Piyemonte'ye verdi. Venedik dâhil olmak üzere diğer İtalyan Devletleri arasında bir konfederasyon oluşturulması ve konfederasyonun fahri başkanının papa, fiilî başkanının Piyemonte olması kabul edildi. Bir süre sonra Kuzey İtalya'daki küçük devletler de Piyemonte'ye katılma kararı aldılar. Böylece bütün Kuzey ve Orta İtalya Piyemonte'ye katılmış oldu. 1870'de Roma, 1886'da da Venedik İtalya birliğine dâhil oldu. Bunların da katılımı sonucu İtalyan Millî Birliği tamamlanmış oldu. İtalya Krallığı kuruldu.
İtalya, Roma devrinden sonra ilk kez tek bir ülke hâline gelebilmişti. Yeni İtalyan Krallığı'nda 20. yy'da Kuzey İtalya hızlı sanayileşerek gelişirken, Güney İtalya'da nüfus hızla yükseliyor ve milyonlarca insan daha iyi bir yaşam için yurtdışına göç etme yolları arıyordu.
19. yüzyılın son yirmi yılından başlayarak İtalya da diğer Avrupa ülkeleri gibi sömürgeleşme yoluna gitti. Osmanlı İmparatorluğu'na karşı yaptığı Trablusgarp Savaşı'nı kazandı. Batı Türkiye'de Oniki Ada; Afrika'da Libya, Etiyopya ve Somali gibi bazı ülkeleri de işgal ederek sömürgeleştirdi.
1882 Yılında, Almanya ve Avusturya-Macaristan İmparatorluğu ile Üçlü İttifak'ı oluşturan İtalya, 1.Dünya Savaşı'nın başında tarafsız olmasına rağmen, 1915'te Londra Paktı ile İtilaf Devletleri arasına katıldı. İtalya'ya savaşa girmesi koşuluyla Trento, Trieste, Istria, Dalmaçya ve Osmanlı İmparatorluğu'nun bazı bölgeleri vadedildi. Savaş süresince 600.000 İtalyan askeri yaşamını yitirdi ve İtalya ekonomisi çöktü. Savaşın sonucunda İtalya'ya verilen sözlerden çoğu tutulmadı. St. Germain Antlaşması ile İtalya galip tarafta olmasına karşın yalnızca Trento, Trieste ve Bolzano'yu alabildi. Bu sonuç İtalyan toplumu arasında büyük hoşnutsuzluklara yol açtı.[30]
İtalya savaş öncesi dönemde mevcut sömürgelerini korumak isterken, aynı zamanda Ortadoğu, Balkanlar ve Afrika'daki gücünü de arttırmak amacındaydı. Fransa ile eski düşmanlıkları ve yeni ortaya çıkan durum nedeniyle 1915 yılına kadar ortada bir siyaset takip ederken, bu tarihte itilaf devletleri safında savaşa katılmıştır.
[14][15][16]

Osmanlı İmparatorluğu

Osmanlı İmparatorluğu, 1699 Karlofça Antlaşması'ndan beri süregelen gerileme döneminin,son ağır yenilgisini 1912-1913 yıllarındaki Balkan Savaşları ile almıştı.Bu savaşlarda,imparatorluktan ayrılmış küçük devletlerle dahi başa çıkamaz durumda olduğu görülmüştür. Ülkenin genel Durumu şöyledir:
Ekonomik durumu: Maliye iflas etmiş, yıllık enflasyon %300'lerde (Temmuz-Kasım 1914 aralığında %50)[31], tamamen dışa bağımlı ve cari harcamaları dahi karşılayamayacak durumdadır.
Siyasi durumu: Balkanları ve Mısır'ı kaybetmiş, Ortadoğu'daki kalan toprakları için de endişeli bir Osmanlı İmparatorluğu vardır. Etnik gruplarındaki milliyetçilik ve ayrışma hareketleri nedeniyle, Anadolu'da dahi güvenlik sorunları en üst düzeydeydi. İmparatorluk, İngiliz ve Fransızlar'ın Ortadoğu konusundaki niyetlerini ve -sanılanın aksine- petrolün yeni dönemdeki önemini son derece iyi bilmekteydi. Öte yandan yüzyıldan fazla süredir aralıklarla savaştığı Rusya'nın da Boğazlar ve Güneydoğu Anadolu Bölgesi üzerindeki hedeflerinin farkındaydı.
Askeri durumu: Balkan Savaşları sonucunda ordunun son derece zayıflamış yapısının ortaya çıkmasına rağmen, İttihat-Terakki Hükümeti iki yıldan kısa bir sürede bu yapıyı reforme ederek, yeni bir ordu yaratma başarısı göstermiştir. Hükümet, ordu yapısı içerisindeki alaylı/okullu sistemini değiştirerek, okullu subayları faal birliklere, alaylı subayları da ya emekliye ya da geri görevlere sevketmiştir. Öte yandan personel yapısında çok başarılı bir değişim gösteren ordu, aynı başarıyı -ekonomik nedenlerden dolayı- teknoloji ve silahlar yönünde yakalayamamıştır. Alman ekolünün hakim olduğu Osmanlı Ordusu, özellikle lojistik ve sevkiyat konusunda da gerekli düzeyde kabiliyete sahip değildi.
1913 Bab-ı Ali Baskını ile iktidara gelen İttihat-Terakki Hükümeti, savaşın kaçınılmaz olduğunu farkettiği andan itibaren, İngiltere ve Fransa ile uzlaşmak amacıyla çalışırken, Almanya ile de ilişkilerini aynı ölçüde sıkı tutmaya çalışmıştır. Hatta bu öylesine yoğun bir çift taraflı mücadele olmuştur ki, her iki tarafla da son dakikaya kadar görüşmeler devam etmiştir.[32] İngiltere ile yapılan görüşmelerde Osmanlı Hükümeti'nin ittifak için temel beklentisi olan savaş sonrası toprak bütünlüğünün garanti altına alınması isteği, İngiliz tarafından ancak savaş sonrası görüşülebileceği şeklinde yanıtlanmıştır.[33] İngiltere ve Fransa ile ittifakı sağlayamayacağı kesin görünen İttihat ve Terakki hükümeti, 2 Ağustos 1914 günü Almanya ile gizli bir ittifak antlaşması (Osmanlı-Alman Gizli Antlaşması) imzalayarak savaşa İttifak güçleri yanında girmeyi taahhüt etmiş ve silahlı kuvvetlerinin genel sevk ve idaresi için bir Alman askeri heyetini yetkili kılmayı uygun görmüştür.[34]
Anlaşmadan haberdar olan İngiltere, Osmanlı İmparatorluğu'nun sipariş ettiği iki zırhlıyı Osmanlı İmparatorluğu'na teslim etmekten vazgeçer. Rauf Orbay ve ekibi Londra'dan eli boş döner. Kalabalık bir İngiliz donanmasının Çanakkale Boğazı'na kadar kovaladığı Goben ve Breslav adlı iki Alman zırhlısının Çanakkale Boğazı'ndan geçmesine izin verilir. İki gemi 11 Ağustos'ta İstanbul'a gelir. İngiltere'nin bu durumu yansızlığın ihlali olarak değerlendiren bir nota vermesi üzerine, Alman zırhlıları Osmanlı donanmasınca 'satın alınmış' ve gemi mürettebatı fes giydirilerek Osmanlı hizmetine alınmıştır. Goeben (Yavuz Muharebe Kruvazörü), Breslau ise (Midilli Kruvazörü) ismini almıştır (Yavuz ve Midilli Olayı).
26 Ekim'de Osmanlı donanması bir keşif tatbikatı için hazırlanma emri aldı ve ertesi gün toplanma bölgelerine gitmek için Haydarpaşa'dan ayrıldı. 28 Ekimde Osmanlı filosu 4 ayrı görev gücüne ayrılarak Rusya kıyılarında farklı hedeflere yöneldi. Koramiral Souchon 29 ekim 1914 sabah 6:30'da 3 Osmanlı destroyerinin refakatinde bulunan Goeben ile Sivastopol'daki kıyı bataryalarına ateş açtı. Hamidiye kruvazörü 6:30'da Kefe'ye geldi ve yerel yetkilileri 2 saat içinde çatışmaların başlayacağı konusunda uyardı. Hamidiye 9:00 da bir saat süren bir ateşe başladı ve daha sonra da Yalta'ya giderek burada 7 Rus ticaret gemisini batırdı. 2 Osmanlı destroyeri 6:30'da Odessa'ya hücum etti ve 2 Rus gambotunu batırarak birkaç tahıl silosunu tahrip etti. Breslau kruvazörü ve ona eşlik eden Osmanlı destroyeri Novorossisk'e geldi yerel yetkilileri uyararak 10:30'da kıyı bataryalarına ateş etti ve 60 mayın döşediler. Limandaki 7 gemi hasar gördü, biri battı.
30 Ekim günü Rusya Osmanlı İmparatorluğu'na savaş açmış, bundan birkaç saat sonra Enver Paşa, Osmanlı İmparatorluğu'nun Rusya'ya savaş ilan ederek, savaşa İttifak Bloku yanında girdiğini duyurmuştur. Bu duyurudan sonra İngiltere ve Fransa, Osmanlı İmparatorluğu'na savaş ilan etmiştir.
[14][15][16][35][36][37]

Bulgaristan

Osmanlı İmparatorluğu'nun gerilemeye başlaması ve Rusya İmparatorluğu'nun da desteğiyle, Balkanların tümünde olduğu gibi Bulgaristan'da da ulusal kurtuluş hareketi alevlenmişti. 93 Harbi'nden yenilgiyle çıkan Osmanlı, Bulgaristan'ı 1878 yılında içişlerinde bağımsız prenslik olarak, 1908 senesinde ise tam bağımsız çarlık olarak tanımıştır.
Bulgaristan Krallığı'nın Balkan Savaşları sonrası konumu, Yunanistan-Sırbistan-Karadağ-Romanya ile batıda Osmanlı İmparatorluğu arasında sıkışmasına yol açmıştı. Savaş öncesi dönemde diğer Balkan Devletleri ile olan düşmanlığı, Bulgaristan için Almanya ile ittifaktan başka bir seçenek bırakmamıştır.[14]

Savaşın Çıkışı

Savaşan taraflar. Yeşiller itilaf Devletleri, turuncular İttifak Devletleri
Avusturya-Macaristan İmparatorluğu Veliahtı Franz Ferdinand, 28 Haziran 1914 günü Saraybosna'yı ziyaretinde bir Sırp Milliyetçisi olan Gavrilo Princip tarafından öldürüldü. İki devleti bir arada tutan tek unsur olan Habsburg Hanedanı'nın tek veliahtı öldürülmüştü. Avusturya Hükümeti'nin tepkisi çok sert oldu. Fakat Rusya'yı tek başına karşısına almaya çekinen Avusturya, öncelikle Almanya'ya danıştı. Almanya'nın verdiği üstü kapalı desteğin ardından, Avusturya Sırbistan'a 48 saat süreli ve bağımsız bir devletin kabul edemeyeceği ağır bir nota verdi. Sırbistan bu notaya -Rusya'nın desteğiyle-, kaçamak yanıtlar verdi. Bunun üzerine Avusturya 28 Temmuz 1914'te Belgrad'ı bombalamaya başlayarak, Sırbistan'a savaş ilan etti. Bunun üzerine Rusya 31 Temmuz'da genel seferberlik ilan etti. Daha önceden Rus Seferberliği'ni savaş ilanı kabul edeceğini açıklamış bulunan Almanya 1 Ağustos'ta Rusya'ya, 3 Ağustos'ta da Fransa'ya savaş ilan etti. Almanya, barış zamanında hazırlamış olduğu Schlieffen Planı'na uygun olarak, Fransa'yı hemen ezip, seferberliğini tamamlama çabası içinde bulunan Rusya'ya daha sonra dönmek istediğinden, Fransa'ya saldırıda ordusunu, en kolay yol olan, Flander Düzlükleri'nden geçirmek istedi ve bunun için Belçika'ya 'Zararsız Geçiş Hakkı' için başvurdu. Tarafsız bir ülke olan Belçika, İngiltere'ye danıştıktan sonra Almanya'nın önerisini reddedince, Almanya 4 Ağustos 1914 tarihinde Belçika'ya saldırdı. İngiltere de Almanya'ya savaş açtı. Böylece, 4 Ağustos 1914 tarihine gelindiğinde üç cephede savaş başlamıştı: Alman-Fransız Cephesi, Alman-Rus Cephesi ve Avusturya-Sırbistan Cephesi.[38]
[39][40][41]

Cepheler

Savaş başında taraflar arasında, savaşın süresinin çok da uzun olmayacağı konusunda neredeyse bir fikir birlikteliği vardı. Almanya, Schlieffen Planı ile Fransa’yı altı hafta gibi kısa bir sürede devre dışı bırakacağını varsayıyordu. Bu planı 4 Ağustos 1914 tarihinde Belçika’ya saldırarak uygulamaya koysa da, Belçika’nın umulandan daha uzun süre dayanması sonucunda (plandan 12 günlük bir gecikmeyle Liege ele geçirilebildi), Almanya Schlieffen Planı’nın başarısızlığı ile karşı karşıya kaldı. 6-12 Eylül 1914 I. Marne Muharebesi, savaşın akıbeti hakkında taraflara bir fikir vermişti. Schlieffen Planı başarısız olduktan sonra Almanya’nın alternatif bir planı yoktu ve gecikmeler sonucunda Rusya seferberliğini tamamlamak üzereydi.
Almanya’nın hızlı bir harekâtı sonuca ulaştıramamasının ardından, I. Dünya Savaşı’nın yeni ve belirleyici bir özelliği olan ‘siper savaşı’ başlamış oldu.
I. Dünya Savaşı cepheleri 2 ana başlıkta toplanabilir.[42][40][27][41]

Batı Cephesi

Batı Cephesi, Almanya'nın batısında kalan Avrupa topraklarında, esas olarak Belçika, Hollanda ve Fransa'yı yani Batı Avrupa'yı içine alan cephedir.

Doğu Cephesi

Doğu Cephesi, I. Dünya Savaşı'nda Orta Avrupa ve Doğu Avrupa'da, Almanya'nın, Avusturya-Macaristan'ın ve Bulgaristan'nın doğusunu, Rusya'nın ve Romanya'nın ise batısında kalan cephedir.

Osmanlı Cepheleri

Osmanlı İmparatorluğu'nun o zamanda savaştığı 8 tane cephe vardı. Bunlar birinci dereceden ve ikinci dereceden olmak üzere ikiye ayrılır.
Birinci Dereceden Cepheler:
  • Kafkasya Cephesi
  • Çanakkale Cephesi
  • Sina ve Filistin Cephesi
  • Hicaz - Yemen Cephesi
  • Irak Cephesi
İkinci Dereceden Cepheler:
  • İran Cephesi
  • Galiçya Cephesi
  • Makedonya Cephesi
Kafkasya Cephesi
Ana madde: Kafkasya Cephesi
Kafkasya 1918:Osmanlı ordusunun ileri harekâtı
Kafkasya cephesinde Osmanlı askerleri
Enver Paşa kumandasındaki Türk ordusu 21 Aralık 1914'te (o zamanki Rus sınırı olan) Köprüköy - Eleşkirt hattında hücuma geçti. Sarıkamış yakınında Allahüekber Dağları'na ulaşan ordu burada 1915 Ocağı'nın ilk haftasında ağır bir yenilgiye uğradı. 130.000 kişilik asker mevcudunun 60.000'i çarpışmalarda veya soğuktan donarak şehit oldu. Geri kalanlar esir düştü.
II. Nikolay'ın amcası Grandük Nikola kumandasındaki Rus ordusu bir yıllık bir bekleyişten sonra 13 Ocak 1916'da Erzurum cephesinde harekete geçti. 16 Şubat 1916'da Erzurum, 3 Mart'ta Bitlis ve Muş, 18 Nisan'da Trabzon, 24 Temmuz'da Erzincan düştü. Ancak Ağustos ayında Bitlis ve Muş geri alındı.
Rusya'da 1917 Mart ayında Çarlık rejimine karşı başlayan ayaklanma Kasım ayında Bolşevik rejiminin kurulması ve 1918 Ocak ayında Rus ordusunun dağılması ile sonuçlandı. Rus ordusunun çekilmesi üzerine, onların boşalttığı alanlarda Antranik komutasındaki Ermeni birlikleri "Batı Ermenistan Geçici Hükümeti"'ni ilan ettiler. Ancak hücuma geçen Türk ordusu karşısında tutunamayarak dağıldılar. 26 Şubat 1918'de Erzincan, 27 Şubat'ta Trabzon, 12 Mart'ta Erzurum, 2 Nisan'da Van kurtarıldı.
3 Mart 1918'de imzalanan Brest Litovsk Antlaşması ile Rusya savaşta kazandığı toprakları terkederek 1878 öncesi sınırlara dönmeyi kabul etti. Bu sırada Tiflis'te kurulan Transkafkasya Cumhuriyeti'nin direnmesi üzerine Halil (Kut) Paşa kumandasında ileri harekete geçen Türk ordusu 25 Mart'ta Oltu, 3 Nisan'da Ardahan, 5 Nisan'da Batum, 15 Mayıs'ta Gümrü, 20 Temmuz'da Nahcivan'ı aldı ve nihayet 15 Eylül'de Nuri Paşa komutasındaki Kafkas İslam Ordusu Bakü Muharebesi'ni kazanarak Bakü'ye girdi. Ekim başında da bir Türk müfrezesi Dağıstan'da kontrolü ele aldı.
Ancak 30 Ekim'de imzalanan Mondros Mütarekesi uyarınca Türk ordusu işgal ettiği Kafkasya topraklarını bırakarak 1914 sınırına geri çekildi. Türk ordusunun boşalttığı Batum, Ardahan ve Kars'ta kurulan Milli Şura Hükümetleri 1919 ilkbaharında Kafkasya'daki İngiliz kuvvetleri tarafından tasfiye edildi.
Çanakkale Cephesi
İtilaf Devletleri kara ve deniz güçlerinin Çanakkale Boğazı'nı kontrol altına alarak İstanbul'u işgal etme girişimleridir. İstanbul'un işgaliyle Osmanlı İmparatorluğu savaştan çekilecek, Almanya bir müttefikini kaybedecek ve Rusya ile güvenli bir deniz ticaret ve ulaşım yolu açılmış olacaktı. 1915 yılının Şubat ve Mart aylarında müttefik donanmasının sahil top bataryalarını susturarak İstanbul'a ulaşma çabaları, Türk sahil topçusu ve mayın hatları nedeniyle başarısız olmuştu. Bunun üzerine İngiltere ve Fransa yüksek komutanlıkları, Gelibolu Yarımadası'nın amfibik bir harekâtla işgal edilmesine karar vermişlerdir. 25 Nisan 1915 günü, yarımadanın altı kumsalında yapılan müttefik kuvvetler çıkartmasıyla Çanakkale Kara Savaşı başlamış oldu. Çıkartma kuvvetlerinin Türk savunması karşısında planlanan başarıyı sağlayamamaları üzerine 6 Ağustos 1915 tarihinde yeni kuvvetlerle Suvla Koyu'nda bir çıkartma daha yapılmıştır. Kurmay Albay Mustafa Kemal'in komuta ettiği birinci ve ikinci Anafartalar Muharebeleri'yle bu ileri harekât da başarısızlığa uğramıştır. 9 Ocak 1916 tarihinde Gelibolu Yarımadası'ndan müttefik kuvvetlerin tahliyesi tamamlanmıştır.
Hicaz-Yemen Cephesi
Halk arasında "Yemen Cephesi" adıyla da anılır. I. Dünya Savaşı boyunca Osmanlı İmparatorluğu 4 Tümenlik bir kuvvetle Arabistan'daki kutsal İslam şehirlerini korumaya çalıştı. 7. Kolordu'nun birer tümeni Hicaz, Asir, San'a ve Hudeybe'de konuşlandırılmıştı. Uzaklık sebebiyle bu tümenlere yeni asker, malzeme ve silah desteği sağlanamıyordu. 1916 yılında İngilizlerin kışkırtmasıyla, Araplar kendilerini koruyan Osmanlı Kuvvetlerine karşı ayaklandı, Mekke Emiri Şerif Hüseyin, bağımsızlığını ilan etti. Bu bölgedeki en önemli Osmanlı direnişi Medine müdafaası'ydı. Yemen'de İmam Yahya Osmanlılar'a bağlı kalırken Asir'de Seyyid İdris de ayaklanmaya katıldı.
1917 Şubatında Hicaz Seferi Kuvvetleri'ne atanmak üzere, Şam'a gelen Mustafa Kemal Paşa, Hicaz'ın boşuna savunulmayıp boşaltılmasını istedi. Manevi sebeplerden dolayı bu istek uygulanmadı. Komutanlık ataması da yapılmadı. Bin bir güçlükle Medine'yi, Yemen'i, Asir'in kuzeyini I. Dünya Savaşı sonuna kadar savunan 7. Kolordu Mondros Mütarekesi'nden bir müddet sonra, 23 Ocak 1919'da teslim oldu. Dönüşte kutsal emanetler İstanbul'a getirilmiştir.
Sina ve Filistin Cephesi
"The Trumpet Calls (Trompet Çağırıyor)": Avustralya'da 1914-1918 arasında kullanılan askeri alma posteri (Norman Lindsay)
İngilizler 1914 yılı Aralık ayında Türk dostu saydıkları Hidiv Abbas Hilmi Paşa'yı yönetimden uzaklaştırarak, Mısır ve Süveyş Kanalı'na tamamen egemen oldular. Bahriye Nazırı ve 4. Ordu Komutanı Cemal Paşa'nın, 14 Ocak 1915'te iki koldan Süveyş Kanalı'na yaptığı harekât (1. Kanal Savaşı) başarısız oldu. Kanalı şişme botlarla aşmaya çalışan Osmanlı birlikleri ağır makinalı tüfek atışları sebebiyle daha kıyıya varamadan ağır kayıplar verdi. 4 Şubat 1915'te Birüsseba-Gazze'ye geri dönüldü.
1916 yılında Süveyş Kanalı'nı almak için 2. Kanal Harekâtı yapılırken, Mekke Emiri Şerif Hüseyin İngilizlerin kışkırtmasıyla Osmanlı İmparatorluğu'na karşı ayaklandı. Ayaklanmanın bastırılması için 4. Ordu'dan bir kısım birlikler Hicaz'a gönderildi. Ordunun geri kalan kısmıysa, Gazze-Şeria-Birüsseba hattında savunmaya çekildi. 1917 baharında İngilizler, Gazze'ye saldırdı. Burada iki tane muharebe yapıldı. İngilizler Türklerin kahramanca savunması karşısında çekilmek zorunda kaldılar. Takviyelerini artırmaya başlayan İngilizlerin Filistin Cephesi'nde toplanmaları üzerine, Cemal Paşa'nın uyarısıyla Yıldırım Ordularının Irak cephesinde kullanılmasından vazgeçilerek Filistin ve Suriye'de kullanılması kararlaştırıldı. Aynı yıl 7. Ordu Komutanlığına atanan Mustafa Kemal Paşa, Yıldırım Ordular Komutanı General Liman von Sanders ile anlaşamadı. Harbin yönetimini tenkit eden iki rapor yazarak 6 Ekim 1917'de komutanlıktan istifa etti. Mustafa Kemal elde kalan birliklerle ancak savunma savaşı yapılabileceğini, Falkenhayn'ın saldırıya geçme fikrinin tamamen yanlış olduğunu düşünüyordu. Savaş hazırlıklarını tamamlayan İngilizler, 24 Ekim 1917'de 138.000 askerle taarruza başladılar. Birüsseba-Gazze Savaşı'nı kazandılar. 9 Kasım 1917'de[kaynak belirtilmeli] Kudüs düştü.
General Allenby komutasındaki İngiliz kuvvetlerinin Mart 1918 başı ile 18 Mayıs arasındaki Telazur, 1. ve 2. Salt-Amman taarruzları başarıyla durduruldu. Yığınaklarını artıran ve mevcudu 550.000'e yükselen İngiliz ordusunun 19 Eylül 1918'de Filistin'de başlattığı taarruz hızla gelişti ve Filistin tamamen İngilizlerin eline geçti. (Nablus Hezimeti)
Irak Cephesi
Ana madde: Irak Cephesi
Bu cephe, İngilizlerin petrol sahalarını ele geçirmek amacıyla, 15 Ekim 1914'te Bahreyn'i ve 23 Kasım 1914'te Basra'yı işgali üzerine açıldı. Yerli askerlerle karışık Osmanlı kuvvetleri işgale karşı koyamadı. İngilizler, İran'da Ahvaz'ı da ele geçirdiler. 20 Aralık 1914'te, Basra'yı geri almak amacıyla cephe komutanlığına atanan, Yzb. Süleyman Askeri Bey aşiretlerden ve gönüllülerden yararlanarak topladığı kuvvetle, 12 Nisan 1915'te taarruz etti. Şuaybiye Savaşında başarılı olamadı ve intihar etti. İngilizler Kutü'l Ammare'yi de ele geçirip Bağdat'ı almak için, General Townshend komutasında saldırdılar. Türk Kuvvetleri, İngilizleri Selmanpak'ta durdurdu. Kanlı çarpışmalardan sonra İngilizler, 26 Kasım 1915'te çekildiler. Kut ül Amare'de 8 aralık 1915'te kuşatılan İngiliz birlikleri, beş ay süren bir direnişten sonra 28 Nisan 1916'da teslim oldu. General Townshend dahil 13.399 esir alındı. Fakat insan gücü çok fazla olan İngiltere Hindistan'dan getirdiği yaklaşık 150.000 askeri bölgeye çıkarttı.
1916 yılı başında bir kısım İngiliz birlikleri General Townshend'in yardımına geldiyse de İran'da Hemedan'a kadar sürüldüler. İngiliz birlikleri 1917 yılı başında bekledikleri güce ulaştılar. Taarruza geçtiler. 11 Mart 1917'de General Maude yönetimindeki İngiliz birlikleri Bağdat'a girerken Halil Paşa'nın komutasındaki Osmanlı askerleri Bağdat'ı boşalttı.
Türk kuvvetlerinin Bağdat'ı geri alma teşebbüsü başarılı olamadı. Samerra'yı da ele geçiren İngiliz Ordusu, Musul'a doğru ilerlemeye başladı. Bağdat'ı geri almak için 6. Ordu'yla Halep'te kurulan 7. Ordu birleştirilerek General Falkenhayn komutasında Yıldırım Ordular Grubu kuruldu. Halep'te hazırlıklar sürerken, İngilizler Tikrit'e kadar ilerlediler.
1918 yılında aldıkları takviyelerle iyice güçlenen İngiliz birlikleri, petrol yataklarının bulunduğu Musul'a giremediler. Ancak, ne yazık ki, Mondros Mütarekesi'nin imzalanmasından üç gün sonra 3 Kasım 1918'de, mütarekeye aykırı şekilde burayı işgal ettiler.
Galiçya Cephesi
Galiçya, Avusturya-Macaristan İmparatorluğu'nun kuzeydoğu ucunda yer alıyordu. Bu bölge bugün, bir kısmı ile Polonya'nın güneyinde, diğer kısmı ile Ukrayna'nın batısında yer almaktadır. Galiçya'nın güney sınırını Karpat dağları oluşturur. Genel savaş planına göre, Almanya batıda Fransa'nın 'işini' halledecek, bu süre boyunca Avusturya-Macaristan doğuda Rusya'yı oyalayacaktı. Ancak Avusturya Macaristan bu işi başaramadı. Rusya orduları Karpat dağlarının kuzey eteklerine kadar yanaştı. Bunun üzerine Almanlar doğu cephesinin merkezi Galiçya'ya Türk kuvvetlerinin gitmesi konusundaki Enver Paşa'nın teklifini kabul ettiler. Daha önce Çanakkale'de savaşmış 19. ve 20. Tümenler'den 15. Kolordu oluşturularak, Temmuz 1916'dan itibaren yaklaşık 30.000 asker her tabur bir tren katarına denk gelecek şekilde, trenle yola çıkarıldı. Eylül 1916'da intikal tamamlanmıştı. Kolordunun komutanı, Kurtuluş Savaşı'nda da önemli görevler üstlenen Yakup Şevki Subaşı'ydı. Kasım 1916'da görevi Cevat Paşa'ya devredecektir.
Osmanlı'nın Avrupa'da savaştığı üç cepheden biri Galiçya idi. Genellikle Romanya Cephesi ile karıştırılır. Osmanlı'nın asıl olarak savaştığı yer, Berezhany kasabası çevresidir. Berezhany ile Rohatin kasabası arasındaki yol üzerinde, sağ taraftaki dağın yamaçlarında halen Türk şehitliği vardır (Rohatin, tarihte Hürrem Sultan olarak bilinen Kanuni Sultan Süleyman'ın eşinin doğduğu şehirdir). Bunun yanında, yöredeki diğer köylerde de küçük Türk şehitlikleri bulunmaktadır. Şehitlikler Ekim 2008 tarihi itibarıyla bakıma alınmıştı. Bunda Kiev Türk Büyükelçiliği askeri ateşesinin ve Ukrayna'da bulunan Türk işadamlarının büyük katkısı olmuştu. Türk askerlerinin savaştığı bölge, bugün ormanlıktır. Savaş sırasında kullanılan mevziler bugün bile net olarak görünmektedir. Bu haliyle, Çanakkale'nin 30 yıl önceki haline benzetilebilir.
Balkan Cephesi
Sırbistan'ın İttifak Devletleri'nce işgal tehlikesi belirince, bir Fransız tümeni Çanakkale'den getirilerek, 5 Ekim 1915'te Selanik'te karaya çıkarıldı. Bir İngiliz tümeniyle bir Fransız tugayı da daha sonra bu birliğe katıldı. Böylece Makedonya cephesi açılmış oldu. 20. Türk Kolordusu ile birtakım Alman ve Bulgar birlikleri İngiliz ve Fransızların karşısında yer aldı.
1916 yılında İngiliz, Fransız ve Sırp askerlerinin sayıları 250.000'e ulaşınca 10. Türk Kolordusu da 17 Kasım 1916'da cepheye geldi. 10 Aralık 1916'da Yarbay Şükrü Naili Gökberk komutasındaki 50. Tümen Drama civarında düşmanla savaştı. Cephedeki küçük taarruzların yanında en önemli olay, 11 Aralık 1916'da, Manastır'ın İttifak Devletleri'nin eline geçmesidir (Manastır Saldırısı).
1917 yılı küçük muharebelerle geçti Türk Kuvvetleri Kavala-Serez hattında savaştı. 27 Haziran 1917'de Yunanistan İtilaf Devletleri safında savaşa girdi. 29 Mayıs 1918'de İngiliz, Fransız, Yunan ve Sırp kuvvetleri büyük bir taarruz başlattı. Bulgar ordusu yenildi. 29 Eylül'de Bulgaristan, Selanik Ateşkes Antlaşması'nı imzalayıp, savaştan çekildi. Topraklarından İtilaf Devletleri'ne ait askeri birliklerin geçmesine de izin verdi. İtilaf Devletleri üç koldan Balkanlarda ilerlemeye başladı. Bu kollardan biri İstanbul'u hedef almıştı.

Yıllarına göre yaşananlar

1914 yılı

Batı Cephesi'nde Schlieffen Planı’na göre altı haftada Fransa’yı dişgal etmeyi öngören Almanya, Belçika’nın direnmesi sonucunda bu planda başarısız olmuştur. Almanya’nın ‘Yıldırım Harekatı’ Marne Muharebeleri ile engellenmiştir. Batı Cephesi’nde savaş, 1914 yılında siper savaşına dönmüştür.[39][40][41]
Doğu Cephesi’nde savaş, 2 Ağustos 1914’te Avusturya’nın Sırbistan’a saldırısı ile başladı. Avusturya, Bosna yolu ile Belgrad’a doğru ilerledi. Avusturya’nın Belgrad’a kolayca gireceği sanılırken, Belgrad ancak üç ay sonra düştü. Ardından iki hafta sonra Sırplar, Belgrad’ı tekrar geriye aldılar. Avusturya Orduları, Tuna’nın kuzeyine çekilmek zorunda kaldılar. Bu olay Avusturya’nın güçsüzlüğünü ortaya koyması bakımından önemlidir. Almanya, Batı Cephesi’nde Fransız direnişiyle karşılaştıktan sonra, doğuda da Avusturya’ya güvenemeyeceğini anlamıştır.
Rusya seferberliğini beklenenden kısa sürede tamamlayarak, 17 Ağustos 1914‘te Doğu Prusya’ya girdi. Rusya’nın ilerlemesi karşısında doğudaki Alman Orduları’nın başına Hindenburg ve Ludendorff getirildi. Alman Orduları, Rus Orduları karşısında geri çekilmeye başlayınca, Rus Orduları’nın komutanı Samsonov, Alman Orduları’nın bozgun halinde geri çekildiği düşüncesine kapıldı.Rus Orduları, haberleşmede şifre kullanmayı bıraktı ve hızla Almanya içlerine doğru ilerleyerek, ikmal merkezleriyle olan bağlantılarını zayıflattı.Gerçekte Alman Generalleri, Rus Orduları’nı bilinçli olarak Tannenberg Bölgesi’nde oluşturdukları pusuya doğru çekiyorlardı.Sonunda Rus Ordusu, çember altına alınarak Tannenberg Bölgesi’nde yenilgiye uğratıldı ve 120.000 Rus Askeri esir alındı.Almanya büyük bir zafer kazanmıştı.Rusya vurucu gücünü yitirmişti.
Bundan sonra Batı Cephesi’nde Fransa’nın yükünü hafifletmek isteyen İngiltere ve Fransa, Rusya’ya acil silah yardımı yapmak amacıyla 1915 yılındaki Çanakkale Savaşları’na yol açacak planlarını oluşturmaya başlamışlardır.
Diğer taraftan Avusturya, Galiçya Cephesi’nde Rusya’ya karşı bir üstünlük elde edemedi. Bu cephede uzun ve kanlı savaşlar sonucunda taraflar birbirine karşı bir avantaj elde edememiştir.[39][40][41]

1915 yılı

1915 Yılında Batı Cephesi, İsviçre sınırından Manş Denizi’ne kadar uzanan ve yıl boyunca taraflara somut hiçbir şey kazandırmayan; uzun ve son derece kanlı muharebelerden oluşmaktaydı. Siper savaşının kanlı ve sonuç almaktan uzak niteliği yüzünden bu dönemde (zehirli gazların da yoğun kullanımıyla) binlerce kişi ölmüştür. 1915 Sonbaharı’na kadar geçen sürede Batı Cephesi kayıpları şöyledir: İngiltere 60.000, Fransa 190.000, Almanya 210.000 kişi.
Diğer yönden, Almanya 1915 yılı içerisinde İngiltere’yi (bu savaşta ilk kez kullanılan) zeplinler ile havadan bombalamaya başladı. Bu bombardımanlar 1916 yılına kadar sürdü. Ağır ve kolay hedef olan zeplinler önemli zayiata yol açamadı (İngiltere’de 11.000 kişi bu saldırılarda ölmüştür) ve 1916’da Almanya Zeplin Bombardımanı’nı kesti. Fakat, İngiltere kamuoyu üzerinde bu bombardımanların etkisi büyük oldu. Bir ada ülkesi olan İngiltere’de ilk kez bir saldırıyla karşılaşan halkta Almanya’ya karşı büyük bir nefret uyandı. Günlük yaşam, savaş algısıyla bozuldu.
Savaşın getirdiği bir diğer teknolojik yenilik de Almanlar’ın kullandığı U-Boat(Unterseeboot)’tur. Almanlar denizaltı kullanımıyla, savaş gemilerinin yanında ticaret gemilerini de batırarak, lojistik yönünden başta İngiltere olmak üzere tüm rakip devletlere ciddi zararlar vermiştirler.[39][40][41]
1915’in kış aylarında Rusya’ya karşı yapılan Almanya-Avusturya ortak harekatı başarılı oldu. Almanya ve Avusturya-Macaristan Birlikleri iki hafta içerisinde Rusya içinde 120 km ilerlediler. Rusya’nın talebiyle Osmanlı İmparatorluğu üzerinden yeni bir cephenin açılması bu dönemde kararlaştırıldı. Bu cephe Çanakkale Cephesi olacaktı.[39][40][41]

1916 yılı

1916 yılı savaşları da taraflarına hemen hemen hiçbir avantaj kazandırmamıştır. Bu yılın Batı Cephesi’ndeki en önemli savaşları, Verdun Bölgesi’nde olmuştur. Bu savaşlar, aynı zamanda I. Dünya Savaşı’nın da en kanlı savaşlarıdır. İngiltere tarafından, denizden sıkı bir ablukayla kuşatılmış olan Almanya -zaten sınırlı sayıdaki sömürgelerinden lojistik sağlayamıyordu-, savaşın uzamasının en büyük zararı kendisine vereceğini biliyordu. Schlieffen Planı’nda arkasından dolaşmayı tasarladığı Verdun’u düşürüp Paris’e girmek ve hiç olmazsa Batı Cephesi’nde savaşı bitirmek istiyordu. Başlangıçta başarılar kazanan Almanya, sonradan Fransız komutan Mareşal Petain’in uyguladığı cephe gerisi stratejisi-Fransa’nın diğer bölgeleri ile Verdun arasındaki ulaşım olanaklarının arttırılması ve lojistik sağlamada kolaylık-ile birlikte sonuca gidememiştir.
Verdun Savaşları, Şubat-Haziran 1916 arasında sürmüş ve çok sayıda kayba neden olmuştur (Fransa 350.000, Almanya 300.000). Buna karşın, her iki taraf da bir sonuca ulaşamamıştır. Daha sonra İngiltere, Somme Bölgesi’nden bir karşı saldırıya geçmişse de bunda başarılı olamamıştır. İngilizler'in, bu saldırının ilk gününde 60.000 olmak üzere toplam kaybı 420.000 kişi olmuştur.
1916’da, Batı Cephesi’nde ölü sayısı 1.263.000’e ulaşmıştır. Ayrıca ilk kez bu cephede savaş tarihinde tank kullanılmıştır.[43][44]
1915’in sonlarında İtalya savaşa dahil oldu.Yine aynı dönemde Bulgaristan da savaşa katıldı. Bu iki katılım ile savaş güçleri her iki taraf için de dengelendi. 1916’da Romanya, Almanya ve müttefiklerine savaş açtı. Doğu Cephesi’nde açılan bu yeni rota, Alman ve Avusturya Orduları’nın dört ay gibi kısa bir sürede -1916 Aralık ayında- Bükreş’e girmesiyle son buldu.
Bunun dışında, Doğu Cephesi’nde de Batı Cephesi’nde olduğu gibi, 1916 yılında yapılan savaşlar iki tarafa da bir üstünlük sağlamadı.[39][40][41]

1917 ve 1918 Yılları

Denizaltı Savaşları

Askeri açıdan değerlendirildiğinde İttifak Devletleri, 1917’ye kadar olan dönemde başarılı görünmektedir. Fakat, savaş uzadıkça Almanya için sıkıntılar had safhaya çıkmaya başlıyordu. Sömürgelerinin lojistik desteğine rahatlıkla ulaşan İngiltere ve Fransa, denizden abluka altına aldığı Almanya’ya aynı şansı tanımıyordu. Almanya bu ablukayı denizaltıları ile kırmaya çalışıyordu. Bu amaçla deniz savaşlarına ağırlık vermişti.[39][40][41]

ABD'nin Savaşa Girmesi

Almanya’nın denizaltı savaşına yönelmesi, ABD’nin dış ticaretine çok olumsuz etki yapmıştı. Aynı zamanda, Almanya’nın kurmaya çalıştığı Alman-Meksika İttifakı’da ABD’de büyük bir tepkiye yol açmıştı (Almanya ABD’nin savaşa girmesi durumunda Meksika’nın ABD’ye saldırmasını istiyordu).
Bu iki nedenin ABD’de kamuoyu oluşturmasıyla, Amerikan Kongresi 6 Nisan 1917’de Almanya’ya savaş ilan etti.
ABD’nin savaşa girmesi, aynı zamanda dönemin en büyük ekonomik imkânlarına sahip olan bir devletin savaşa girmesi demekti. Bu da savaşın kaderine çok önemli etkilerde bulunmuştur.[39][40][41]

Rus İç Savaşları

1917 Şubat Devrimi
1905 Devrimleri ile son dönemecine giren İmparatorluğu Rusyası, Tannenberg Savaşı’nda kaybettiği gücünü –Çanakkale Savaşları sonucunda da yardım alamayarak- savaşın sonuna kadar toparlayamadı. Bunun üzerine Menşevikler ve Beyaz Ordu ülkede Şubat Devrimi'ni yaptılar. Menşeviklerin iktidara gelişi, Rusya'nın tüm saldırılarını durdurmasını neden oldu.
1917 Ekim Devrimi
Bolşevik Partisi öncülüğünde işçiler, köylüler ve askerler 1917 yılının Ekim ayında gerçekleşen Ekim Devrimi'ni yaptılar. Bunun sonucunda, Rusya Brest-Litowsk Antlaşması'yla tamamen savaştan çekildi. Böylece Doğu Cephesi kapanmış oldu. Fakat, Almanya için bu olay savaşın kazanılmasına yol açmamıştır. Ama Osmanlı için, bu olay eski doğu sınırlarına geri dönüş anlamına geri geliyordu.[39][40][41]

Savaşın Sonuçlanması

1918 Yılı Almanya için sonun başlangıcı olmuştur.Sınırlı kaynakları ile abluka altında, hammadde ve gıda sıkıntısı had safhaya ulaşan Alman İmparatorluğu'nda, Rusya'dan Ekim Devrimi sonucunda hızla yayılan Bolşevik Hareketleri ile grevler ve ayaklanmalar başlamıştı. Bu grevleri önlemeye çalışan hükümet, çok kritik bir hata yaparak, grevcileri -ceza olarak- savaş alanlarına sürdü. Grevciler, bu sefer de Alman Ordusu içerisinde isyanlara ve itaatsizliklere yol açtılar. 1918'de savaş tamamen İttifak Devletleri aleyhine dönmüştü. Rusya'nın savaştan çekilmesiyle, Doğu Cephesi'ndeki gücünü Batı Cephesi'ne kaydıran Almanya, mart ayında General Ludendorff komutasında büyük bir saldırı başlattı. Bu saldırı sonucunda Almanya kısmen başarılı olup cepheyi yarmayı başarsa da, Alman Ordusu içerisindeki isyancılar ve karşı tarafta da Amerikan Tankları'nın cepheye sokulması ile daha fazla ilerleyemedi.İtilaf Devletleri, Alman Ordusu'nu geriye doğru püskürtmeye başladı. Bu saatten sonra, artık İttifak Devletleri için yapılacak pek bir şey kalmamıştı.
İtilaf Devletleri'yle tek tek İttifak Devletleri arasında yapılan mütarekelerle çatışmalar resmi olarak sonlandırılmıştır. Bu mütarekeler, Bulgaristan ile 29 Eylül 1918 tarihinde Selanik Ateşkes Antlaşması, Osmanlı İmparatorluğu ile 30 Ekim 1918 tarihinde Mondros Ateşkes Antlaşması, Avusturya-Macaristan İmparatorluğu ile 3 Kasım 1918 tarihinde Villa Giusti Antlaşması ve Almanya ile 11 Kasım 1918 günü Rethondes Antlaşması'dır.

Çanakkale Savaşı

Vikipedi, özgür ansiklopedi
Çanakkale Savaşı
I. Dünya Savaşı Osmanlı Cephesi
G.C. 18 March 1915 Gallipoli Campaign Article.jpg
Saat yönünde: Anafartalar Cephesi'nde Mustafa Kemal ve silah arkadaşları; Gelibolu'ya çıkarma yapan Anzaklılar; Gelibolu sırtlarındaki Anzak askerleri; Osmanlı askerlerinin bulunduğu bir cephe ve Çanakkale Boğazı'ndan çekilen İttifak Devletleri'ne ait savaş gemisi
Tarih 18 Mart 1915 - 9 Ocak 1916
Bölge Gelibolu Yarımadası
Sonuç Kesin Osmanlı zaferi
Taraflar
Birleşik Krallık Britanya İmparatorluğu Birleşik Krallık Birleşik Krallık
Avustralya Avustralya
Yeni Zelanda Yeni Zelanda
Britanya Hindistanı Britanya Hindistanı
Fransa Fransa

Osmanlı İmparatorluğu Osmanlı İmparatorluğu
Alman İmparatorluğu Alman İmparatorluğu
Avusturya-Macaristan Avusturya-Macaristan İmparatorluğu
Komutanlar
Birleşik Krallık Ian Hamilton Birleşik Krallık John de Robeck
Birleşik Krallık Horatio Herbert Kitchener
Birleşik Krallık Winston Churchill

Alman İmparatorluğu Otto Liman von Sanders Osmanlı İmparatorluğu Esat Paşa
Osmanlı İmparatorluğu Vehip Paşa
Osmanlı İmparatorluğu Cevat Paşa
Osmanlı İmparatorluğu Yarbay Mustafa Kemal

Çatışan Birlikler
Birleşik Krallık MEF Osmanlı İmparatorluğu 5. Ordu
Güçler
Birleşik Krallık Britanya İmparatorluğu:
489,000[1]
Fransa Fransa: 79,000[1]
[2][3][4]
Osmanlı İmparatorluğu Osmanlı İmparatorluğu:
315,500[1][not 1]
Kayıplar
45.000-50.000 ölü bütün İtilaf Devletleri[2]
Birleşik Krallık: 205.000 zayiat[1]
Fransa: 47.000 zayiat[1]
Toplam zayiat İtilaf Devletleri: 252.000[1]
56.000 muharebede ölen[1]
21.000 hastanede ölen[1]
Toplam ölü: 77.000[1][5]
97.000 yaralı[1]
11.000 kayıp[1]
64.000 savaş dışı veya hasta[1][not 2][5][not 3]
Toplam zayiat: 250.000[1][5][6][7][8][not 4]
Çanakkale Savaşı, I. Dünya Savaşı sırasında 1915-1916 yılları arasında Gelibolu Yarımadası'nda Osmanlı İmparatorluğu ile İtilaf Devletleri arasında yapılan deniz ve kara muharebeleridir.[9] İtilaf Devletleri; Osmanlı İmparatorluğu'nun başkenti konumundaki İstanbul'u alarak İstanbul ve Çanakkale boğazlarının kontrolünü ele geçirmek, Rusya'yla güvenli bir erzak tedarik ve askeri ikmal yolu açmak, başkent İstanbul′u zaptetmek suretiyle Almanya′nın müttefiklerinden birini savaş dışı bırakarak İttifak Devletlerini zayıflatmak amaçları ile ilk hedef olarak Çanakkale Boğazı'nı seçmişlerdir. Ancak saldırıları başarısız olmuş ve geri çekilmek zorunda kalmışlardır. Kara ve deniz savaşı sonucunda iki taraf da çok ağır kayıplar vermiştir.
Osmanlı İmparatorluğu, Almanya'nın Rusya'ya savaş ilan ettiğı 1 Ağustos 1914'ün hemen ertesi günü, Almanya ile bir ittifak antlaşması imzalamıştır. Bu antlaşma, imparatorluğun eninde sonunda Almanya'nın ana gücünü oluşturduğu İttifak Devletleri safında fiilen savaşa gireceği anlamına gelmektedir. Enver Paşa, fiilen savaşa girmeyi, seferberliğin tamamlanmamış olması ve Çanakkale Boğazı savunmasının tamamlanmaması gibi gerekçelerle ertelemeye çalışmıştır. Ancak Almanya, bir an önce savaşa fiilen girilmesi için baskılarını sürdürmüştür. Bu baskılar, Akdeniz'de İngiliz donanması önünden çekilen Goeben ve Breslau savaş gemilerinin İstanbul'a gelmesiyle bir oldu bittiye getirilmişti. Daha sonra Osmanlı Donanması'na bağlı bir grup gemiyle Karadeniz'e açılan bu gemiler 27 Ekim 1914 tarihinde Rus limanlarını bombalayınca Rusya, Osmanlı İmparatorluğu'na savaş ilan etmiştir.
Birleşik Krallık Donanma Bakanı Winston Churchill, 1914 yılı Eylül ayında Çanakkale Boğazı'nın donanmayla geçilerek İstanbul'un işgalini öngören bir planı Başbakan Herbert Asquith'e vermiştir. Plan, çeşitli evrelerden geçerek uygulamaya kondu ve Birleşik Krallık ve Fransa gemilerinden oluşan bir donanmanın Boğaz'a geniş çaplı ilk saldırıları 1915 Şubat ayında başlatıldı. En güçlü saldırı ise 18 Mart 1915 günü uygulamaya konuldu. Ancak Birleşik Donanma ağır kayıplara uğradı ve deniz harekatından vaz geçilmek zorunda kalındı.
Deniz harekatıyla İstanbul'a ulaşılamayacağı anlaşılınca bir kara harekatıyla Çanakkale Boğazı'ndaki Osmanlı sahil topçu bataryalarını ele geçirmek planı gündeme getirilmiştir. Bu plan çerçevesinde hazırlanan İngiliz ve Fransız kuvvetleri 25 Nisan 1915 şafağında Gelibolu Yarımadası'nın güneyinde beş noktada karaya çıkarılmıştır. İngiliz ve Fransız çıkarma kuvvetleri her ne kadar Seddülbahir ve Arıburnu sahillerinde köprübaşları oluşturmayı başardılarsa da Osmanlı kuvvetlerinin inatçı savunmaları ve zaman zaman giriştikleri karşı taarruzlar sonucunda Gelibolu Yarımadası'nı işgalde başarılı olamadılar. Bunun üzerine sahildeki kuvvetler takviye edilmek için Arıburnu'nun kuzeyinde Suvla Koyu'na 6 Ağustos 1915 tarihinde yeni kuvvetlerle bir üçüncü çıkarma yapılmıştır. Ancak 9 Ağustos'ta Kurmay Albay Mustafa Kemal'in Birinci Anafartalar Muharebesi olarak bilinen karşı taarruzunda İngiliz Komutanlığı ihtiyat tümenini ateş hattına sürerek sahilde tutunmayı ancak başarabilmiştir. Mustafa Kemal ertesi gün Kocaçimentepe – Conk Bayırı hattında yeni bir karşı taarruz gerçekleştirmişti, bu hattaki Anzak birliklerini de geri atmıştır. İngiliz ve Anzak kuvvetlerinin İkinci Anafartalar Muharebesi olarak bilinen genel taarruzları ise Osmanlı savunmasını aşamamıştır. Tüm bu gelişmelerin sonrasında İngiliz, Anzak ve Fransız kuvvetleri Gelibolu Yarımadasını 1915 yılı Aralık ayı içinde tahliye etmiştir.


Harekat öncesi

I. Dünya Savaşı

Sanayi Devrimi'nden itibaren giderek büyüyen üretim bir yandan hammadde gereksinimini sürekli artırırken diğer yandan yeni pazarları gerektiriyordu. Diğer yandan giderek büyüyen sermaye birikimi, yeni yatırım alanları bulmaya yöneliyordu.[10] Avrupa'nın büyük devletleri 19. yüzyıl boyunca farklı hızlarda gelişmişlerdi ve gelişmelerini sürdürebilmek için etki alanlarını genişletmek için sıkı bir rekabet içindeydiler. İngiltere, Fransa, Almanya, Avusturya-Macaristan İmparatorluğu ve Çarlık Rusyası farklı ilgi alanlarına sahip olsalar da bu alanlar çok yerde iç içe girmektedir. Sonuçta bu rekabet, 20. yüzyılın başlarında bir savaşı kaçınılmaz olarak gündeme getirmişti.[11] Bu ülkeler arasında süreç içinde oluşan ittifaklar da olası savaşın Avrupa çapında bir savaş olmasına yol açacaktır. Bu dönemde netleşen bu itifaklar, İngiltere, Fransa ve Çarlık Rusyası'nın oluşturduğu İtilaf Devletleri ile Almanya, Avusturya Macaristan İmparatorluğu ve İtalya'nın oluşturduğu İttifak Devletleri bloklarıdır.[11] Bu şekilde bir bloklaşma 1882 yılında Almanya, Avusturya Macaristan İmparatorluğu ve İtalya arasındaki bir ittifakla, bir bloğu oluşturmuştu. Kısa süre sonra 1894 yılında Fransa – Rusya, 1904 yılında İngiltere – Fransa, 1907 yılında da İngiltere – Rusya arasında antlaşmalar yapılarak diğer blok şekillenmiştir.[12] İngiltere ve Fransa arasındaki 1904 yılı antlaşması ilginçtir. İngiltere, Fransa'nın "Kuzey Afrika'nın en iyi parçalarını" almasına göz yumuyordu, Fransa ise Mısır'daki İngiliz varlığına karışmayacaktı.[13] İngiltere ile 1907 yılında Çarlık Rusyası arasındaki antlaşma da 1904 antlaşmasına benzer biçimde, esas olarak tarafların Avrupa dışı ilgi alanlarını düzenliyordu. İran, Afganistan, Çin ve Tibet'teki iki ülkenin çıkarları arasındaki çekişmelere çözüm getiriyordu.[14] Tüm bunların ortaya koyduğu haliyle Avrupa'daki bu bloklaşmalar, esas olarak Avrupa dışı paylaşımı konu almaktaydı. Dolayısıyla bu bloklaşmanın sonunda ortaya çıkacak olan Avrupa çapındaki topyekün savaş, esas itibariyle Avrupalı büyük güçlerin, Avrupa dışını yeniden paylaşımı mücadelesi olarak görülmektedir.
I. Dünya Savaşı'nın hemen öncesinde Balkanlar da iki kampa ayrılmıştı. Bir bakıma İtilaf Devletleri'nin himayesinden olan Yunanistan, Romanya ve Sırbistan bir tarafı oluştururken İttifak Devletleri'ne daha eğilimli görünen Bulgaristan diğer tarafı oluşturuyordu. Dolayısıyla bu bölgeyle ilgili hesaplarda Bulgaristan'ın durumu hesaba katılmak zorundaydı. Nitekim 1914 yılının Haziran ayında Bulgaristan yüklüce bir borç anlaşmasıyla de facto İttifak Devletleri safına kaymıştır.[15] Sonuç olarak özellikle Avrupalı büyük devletler arasıda oluşan bu bloklaşma, yerel bir çatışmanın bile Avrupa'nın en azından dört büyük devletinin işe karşımasını gerektirecekti.[16]
Sonuçta ortaya çıkan da bu oldu. Avusturya Macaristan İmparatorluğu veliatı Franz Ferdinand 28 Haziran 1914 günü bir Sırp milliyetçisi tarafından öldürüldü.[17] Bunun üzerine Avusturya Macaristan İmparatorluğu Sırbistan'a 48 saat süreli bir ültimatom vermiştir. Sırbistan'ın tüm oyalama çabalarına karşın 28 Temmuz Belgrad'ı bombalamaya başlayarak bu ülkeye savaş ilan etti. Ardından Çarlık Rusyası genel seferberliğe gitti.[18] Ancak Almanya daha önce Rusya'nın seferberlik ilanını, savaş ilanı olarak kabul edeceğini tüm devletler nezdinde deklare etmiştir.[19] Bunun üzerine 1 Ağustosta Rusya'ya, 3 Ağustosta da Fransa'ya savaş ilan etti.[18] Bu savaş ilanlarının ardından İtalya tarafsızlığını ilan ederek Almanya – Avusturya bloğundan ayrılmış, bir yıl sonra yeniden katılmıştır.
Almanya, geçmişten beri, daha net olarak Bismarck'tan beri iki cepheli bir savaştan kaçınmaktaydı ancak bu değişmez kaderi gibi görünüyordu. Doğuda Çarlık Rusyası, batıda ise Fransa gibi iki güçlü devlet vardı. Alman İmparatorluğu'nun 1891 – 1905 yılları arasında Genelkurmay Başkanlığını üstlenen Schlieffen, bu tehlikeli durum için bir plan geliştirmişti ve doğal olarak Schlieffen Planı olarak biliniyordu. Bu plan, Rusya'nın seferberliğini bir ay içinde tamamlayabileceği hesabına dayanmaktadır. Almanya, tüm gücüyle batıya saldırarak kesin sonuç elde edecek ve bunun üzerine seferberliğini anca tamamlamış olan Rusya'ya saldıracaktı. Böylelikle iki cephede savaşma durumunda düşmekten kaçınacaktı.[19] Almanya bu stratejiyi uygulamak için 3 Ağustosta Fransa'ya savaş ilan eder etmez hiç vakit kaybetmeden, bu ülkeye Belçika üzerinden saldırı hazırlığına girişmiştir. Belçika'dan geçiş için izin istendiyse de olumlu yanıt alınmadı ve bunun üzerine Alman orduları 4 Ağustosta Belçika'ya saldırdı.[20] Ancak kısa süre içinde bu stratejinin uygulaması başarısız oldu ve Alman Orduları Marne'de Fransız – İngiliz savunmasını aşamadı ve 12 Eylülde Marne hattında durduruldular. Artık Schlieffen Planı işlemeyecekti[21] Bu durumda Almanya yine iki cepheli savaşla karşı karşıyaydı. Doğuda Rusya ile, batıda da İngiliz ve Fransız kuvvetleriyle çarpışmak durumundaydı. Ancak iki cephede de güçlü olamazdı, bir tarafa öncelik vermeliydi. Güçlü olmayı seçtiği cephe Batı Cephesi'ydi, doğuda zayıf kuvvetlerle oyalama muharebesi verecek, diğer deyişle savunmada kalacak, kuvvetlerinin büyük kısmını Batı'da kullanarak burada kesin sonuç elde ettikten sonra esas kuvvetlerini Rusya Cephesi'ne aktaracaktı.[22]
Avrupa içlerindeki bu gelişmeler, İngiltere ve Fransa’yı müttefikleri Rusya’yı desteklemek zorunda bırakmıştı.[23] Zaten Rusya, Almanya üzerinde yeterince güçlü bir baskı yapamamaktaydı. Kısıtlı endüstriyel kapasitesi dolayısıyla İngiliz ve Fransız desteğine gerek duyuyordu.[23][24] Ancak Almanya'yı yenilgiye uğratabilmek için Rusya'nın muazzam insan kaynaklarından yararlanmak gerekiyordu. Bunun için de Rusya mühimmat, silah ve mali olarak desteklenmeliydi. Özellikle mühimmat yönünden bu zorunluydu. Çünkü Rus ordusu mühimmat stoklarını büyük ölçüde tüketmiş durumdadır. Bu durumda ondan taarruzi bir hareket beklenemezdi.[25] Fransa ve İngiltere’nin bu desteği sağlaması için olası dört yol vardır. Kuzey ulaşım hatlarından ikisi olanaksızdır. Kuzey Buz Denizi, yılın çok büyük bölümünde donmuş olduğundan deniz ulaşımına olanak vermemektedir, Baltık Denizi ise Alman Donanması’nın denetimindedir.[26] Orta ulaşım yolu olan Avrupa karayolu ise Alman denetimindedir. Olası dördüncü yol ise Osmanlı İmparatorluğu’nun denetiminde bulunan Çanakkale ve İstanbul boğazlarının oluşturduğu denizyoludur. Sonuçta Rusya ile müttefiklerinin irtibatı kesilmiştir. Sadece Rusya'ya yardım konusu değil, Rus buğdayının ve petrolünün Avrupa'ya getirilmesi de artık olanaksızdır.[27] Sonuç olarak Rusya ile tek bağlantı boğazlardır.[25] İtilaf Devletleri'nin İngiltere / Fransa ve Rusya olarak doğu – batı parçaları arasındaki tek ulaşım hattı boğazlardı. Üstelik Rus savaş sanayi, savaş sırasındaki mühimmat sarfiyatını karşılayacak kapasitede değildi ve mühimmat açığı her geçen gün büyümekteydi.[28]

Osmanlı İmparatorluğu'nun ittifak arayışı

Osmanlı İmparatorluğu, 20. Yüzyıl'ın başlarında neredeyse 200 yıldır Gerileme Dönemi'ndeydi.[29] Bu süre boyunca uğranılan askeri yenilgilere 1912-13 yıllarında yaşanan Balkan Savaşı eklenmiş, Balkanlar'daki toprakların bütün bütün elden çıkmış olmasının ötesinde en iyi eğitimli ve en iyi techiz edilmiş ordular bu savaşta kaybedilmişti. Dahası büyük müktarda silah ve mühimmat da terk edilmişti.[30]
Avrupa devletleri I. Dünya Savaşı'nın hemen öncesinde Osmanlı İmparatorluğu'nun tarafsız kalacağını varsayıyorlardı.[31] Nitekim Osmanlı İmparatorluğu savaşın ilk aylarında "savaş dışı" durum ilan etmiştir. Bu durum İtilaf Devletleri arasında olumlu karşılanmıştır. Bu sayede Boğazlar ticari deniz trafiğine açık kalacaktır.[32]Osmanlı İmparatorluğu açısından da I. Dünya Savaşı patlak verdiğinde en doğru pollitika tarafsız kalmak gibi görünüyordu. Ancak "bu yeterli bir çözüm müydü? Bir de mümkün müydü?".[33] Avrupalı devletlerin Osmanlı toprakları üzerindeki niyetleri biliniyordu. Rusya, yüzyıllardır sıcak denizlere çıkabilmek için Boğazlar'ı istiyordu. İngiltere, Hindistan yolunun güvenliği için Filistin'i, petrolü için de Irak'ı istiyordu. Fransa, Lübnan, Suriye ve Kilikya'yı, İtalya ise Antalya'yı istemektedir.[34] Bunları bilen Osmanlı yöneticileri, söz konusu devletlerin bu emellerine ulaşmak için, savaş sırasında ya da savaştan hemen sonra Osmanlıyı rahat bırakmayacaklarını rahatlıkla seziyorlardı.[35] Gerçekten de Avrupa'nın büyük devletleri arasındaki gerginliklerin bir Avrupa savaşına varmasının nedenlerinden biri de Osmanlı toprakları üzerindeki emelleriydi ve İmparatorluğun parçalanması sorunuydu. Diğer değişle her devlet, kendi ilgi alanının rakiplerinden önce kontrol altına almak istiyordu.[36]
Fakat Osmanlı İmparatorluğu için en vahim tehlike Rusya'nın durumuydu. Çarlık, Osmanlı İmparatorluğu'nun savaşa katılması durumunda, savaş sonrasında istanbul'u terk etmek zorunda kalacaklarını hesaplıyor, şimdiden durumu sağlama bağlamayı gerekli görüyordu. Bunun için dönemin Dış İşleri Bakanı Sergey Sazonov, 1914 yılı ilkbaharında İngiliz ve Fransız hükümetleriyle görüşmeler yaptı. İngiliz Hükümeti'nin yanıtı oldukça açıktır.[31]

« Eğer savaş zaferle bitecek olursa İngiltere, kendilerinin Osmanlı İmparatorluğu arazisine ya da başka yerlerdeki arazilere (özellikle İran) yapacakları taleplerinin olumlu karşılanması kaydı ile İstanbul ve Boğazlar hakkındaki Rus taleplerini tasvip edecektir. »


Fransa ise bir süre Rus talebine karşı tutum takınmıştır. Ancak Akdeniz'de Alman tehdidi ortaya çıktıktan sonra karşı çıkmaktan vazgeçmiştir.[37] Osmanlı topraklarının İtilaf Devletleri arasında gizli antlaşmalarla, savaşın sona ermesinden önce paylaşılmasının bir diğer örneğini Fransa vermiştir. Fransa'nın Suriye ve Adana bölgesini alması, İngiltere ve Rusya tarafıdan prensip olarak kabul edilmiştir. Daha sonraki görüşmelerde Doğu Anadolu, Güneydoğu Anadolu, Batı Karadeniz Bölgesi'nin Rusya'ya bırakılmasında anlaşma sağlandı. Fransa'ya verilecek toprakların çerçevesi de genişletildi. Paylaşmanın bir diğer uzantısı İngiltere ile Haşimi Ailesi'nden Şerif Hüseyin arasında yapılan anlaşmadır.[38] İngiltere yönünden Şerif Hüseyin önemli bir kozdu, çünkü Peygamber ailesinden kabul ediliyordu.[38] Böylelikle Osmanlı Halifesi'nin İslam Dünyası üzerindeki otoritesini sarsacak güçte kabul ediliyordu.[38] Şerif Hüseyin de Arap Yarımadası'nı ve tüm Orta Doğu'yu içine alacak bir krallığı olsun istiyordu.[38] Görüşmeler sonunda Arap Yarımadası, Irak ve Suriye'yi kapsayan bir krallık kurması üzerinde 1916 yılı Ocak ayında anlaşma sağlanmıştır.[38] Ancak bu durum Fransa'yı harekete geçirdi. İngiltere ile Fransa arasıda 9-16 Mayıs 1916 tarihlerindeki bir dizi resmi mektuplaşmanın ardından Fransa'nın hakimiyet alanı yeniden belirlendi. Bu mutabakat, 29 Nisan 1916 tarihli Sykes-Picot Anlaşması ile resmileştirilmiştir.[38]
Diğer tarafta Osmanlı yöneticileri de Batılı devletlerin bu emellerini seziyor ve Rusya'nın en büyük tehlike olduğunu görüyorlardı. Bu durumda Osmanlı yöneticilerinin, imparatorluğun güvenliği için bir desteğe ihtiyaçları vardı.[35] En mantıklı görünen, hem savaşta Rusya'nın ittifakı içinde olmak, hem de aynı ittifak içinde yer almakla İngiltere ve Fransa'nın desteğini sağlamak gibi görünüyordu. Bu amaçla Maliye Bakanı Cavit Bey İngiliz makamlarıyla, Bahriye Nazırı Cemal Paşa ise Fransız makamlarıyla bir süredir temas halindedir. Ancak ne İngiliz tarafı ne de Fransız tarafı bu ittifak yaklaşmasına sıcak bakmadılar. Rusya'nın da bu işe kesin olarak karşı olmasının da bu durumda payı olduğu kabul edilmektedir. Osmanlı İmparatorluğu'nun İngiltere ile ittifak girişimine olumlu yaklaşılmamasında, Jön Türk yönetiminin kısa sürede çökeceği yönündeki öngörü etkili olmuştur.[39] Jön Türkler yerine Alman yanlısı olmayan bir iktidarın Almanya'nın Ortadoğu'daki tehdidini ortadan kaldıracağı hesap edilmektedir.[40] Diğer yandan Almanya ve Avusturya Macaristan İmparatorluğu da savaş öncesinde Osmanlıyı ittifaka almaya yakın değillerdi.[35]
Osmanlı İmparatorluğu'nun dış politikası, İkinci Meşrutiyet'in ilk yılarından (1908) itibaren Almanya'dan yavaş yavaş uzaklaşırken İngiltere'ye yaklaşmıştır.[41] Hatta İngiltere ile bir ittifak kurulması yönünde İttihat Terakki Merkez Komitesi'nden Ahmet Rıza Bey ve Nazım Bey, 1908 yılı içinde İngiltere Dışişleri Bakanı Sir Edward Grey ile bir görüşme yapmışlardır. İzleyen yıllarda bir dizi olayın da etkisiyle, artık şekillenmeye başlayan İtilaf Devletleri'ne yakışlaşma sürmüştür.[42] İtilaf Devletleri'yle bir yakınlaşma arayışlarının bir başka örneği de 1914 Mayıs ayında Mehmet Talat Paşa'nın Kırım'da Çar II. Nikolay ve Dışişleri bakanı Sazanov'la görüşmesidir. Ancak Çarlık Rusyası, diğer müttefiklerinden ayrı bir antlaşmaya yanaşmamıştır. Diğer yandan Bahriye Nazırı Cemal Paşa'nın Fransa görüşmeleri de bir sonuç vermemiştir.[43]
Almanya ile ilişkiler ise Balkan Harbi sonrasında bir kesiti dönemi geçirmiştir. Balkan Harbi öncesinde bir dönem Osmanlı Ordusu Alman generali Von der Goltz düzenleme desteğini alıyordu. Ancak yenilgi sonrasında Alman desteğine güven hırpalandı ve Osmanlı Ordusu Kurmay Başkanlığı Yardımcısı görevinden ayrıldı. Bu ayrılmadan 1913 yılı Aralık ayına kadar geçen süre içinde İstanbul'da etkili olacak bir Alman politik - askeri varlığı olmamıştır. Bu ayda Liman von Sanders başkanlığında bir Alman subay grubu İstanbul'a gelmiştir. Bu grubun yetkileri oldukça geniştir. Liman von Sanders bu yetkilere dayanarak üç ay içinde Osmanlı Ordusu içinde büyük ölçüde hakim duruma gelmiştir.[44]
Ancak İttihat Terakki'nin 1913 yılı Ocak ayında iktidara gelmesiyle Osmanlı dış politikası yeniden Almanya'ya yakınlaşmaya başlamıştır.[41] Zaten İtilaf Devletleri'yle yapılan tüm ittifak görüşmeleri boşa çıkmıştır. Bu durumda Osmanlı İmparatorluğu'nun, eğer Avrupa Savaşı öncesinde bir ittifaka girmesine zorunluluk gözüyle bakılıyorsa, tek seçenek Almanya'dır.[43] Bir başka açıdan bakıldığında Enver Paşa'nın, Almanya'nın Avrupa'nın en güçlü askeri gücüne sahip olduğu ve bir Avrupa Savaşı'nda kesin olarak kazanan taraf olacağına güçlü bir inanç beslediği, genellikle kabul edilmektedir.[45][not 5] Fakat esas önemlisi 1890'lı yıllardan itibaren Osmanlı ekonomisinde Alman sermayesinin etkinliğinin artıyor olmasıdır.[46] Özellikle Bağdat Demiryolu inşaasının bir Alman firmasına ihale edilmesi, Osmanlı topraklarında Alman sermayesinin Yakındoğu'ya uzanan güçlü bir rekabet durumu yaratmıştır.[47] Bu arada Almanya'nın özellikle İstanbul'daki Türkçülük hareketini, Osmanlı'nın Rusya ile yakınlaşmasının önleyici bir manevra olarak desteklediği bilinmektedir.[46]

Osmanlı İmparatorluğu'nun savaşa katılması

Sadrazam (Başbakan) ve Hariciye Nazırı Sait Halim Paşa Avusturya Macaristan İmparatorluğu'nun Sırbistan'a savaş ilanından bir gün önce 27 Temmuz akşamı geç saatlerde Alman Büyükelçisi'ni çağırtmış, iki devlet arasında Rusya'ya karşı bir savunma antlaşması yapma teklifinde bulunmuştur. Yirmidört saate kalmadan Almanya bu teklife olumlu yanıt vermiştir.[48] Bu mutabakat üzerine Osmanlı İmparatorluğu, Almanya'nın Rusya'ya savaş ilan etmesinden bir gün sonra, 2 Ağustos 1914 günü Almanya ile bir ittifak antlaşması imzalamıştır.[43][49][not 6] Eylül sonları ve Ağustos başlarında İstanbul'daki İngiliz Büyükelçisi izin kullanmaktaydı. Dolayısıyla İngiltere'nin bu olaylar üzerine müdahalesi oldukça sınırlı kalmış olmalıdır.[50] Antlaşmadan sadece Sadrazam (Başbakan) ve Hariciye Nazırı Sait Halim Paşa'nın, Harbiye Nazırı Enver Paşa'nın, Dahiliye Nazırı Talat Paşa'nın ve Meclis-i Mebusan Başkanı Halil Bey haberdardır. Diğer meclis ve hükümet üyelerinin, dahası Sultan Mehmet Reşat'ın dahi haberi yoktur.[51]
Antlaşmanın imzalanmasında Osmanlı İmparatorluğu'nun savaş hazırlıkları tamamlanana kadar tarafsız görünmesine karar verilmiştir. Diğer deyişle antlaşma gizli tutuldu, Osmanlı "silahlı tarafsızlık" ilan etti. Ertesi gün ise seferberlik hazırlıklarına başlanmıştır.[52]
Antlaşmanın ana teması Osmanlı İmparatorluğu'nun Avusturya ve Sırbistan arasındaki çekişmede tarafsız kalması, bu çatışma Almanya ve Çarlık Rusyası arasında bir savaşa yol açarsa Almanya yanında savaşa girmekti. Diğer yandan Almanya, Osmanlı İmparatorluğu'nun toprak bütünlüğünü korumayı kabul etmektedir. Aslında bu antlaşma imzalandığında Almanya ile Çarlık Rusyası zaten savaş durumuna geçmiş bulunmaktaydılar.[46]
Ekim ayı başlarında Almanya'nın savaşda kısa süre içinde kesin sonuç alma umutları sönmeye başlamıştı. Alman ordularının Batı Cephesi'nde durdurulmaları, Çarlık ordularının Galiçya'da başarılı harekatları durumu sıkışık hale getirdi. Bu durumda Almanya, kilitlenmiş durumu başka bir bölgedeki girişimlerle çözmenin yollarını aramıştır. Bu girişimlerin ip uçları Yakın Doğu'da aranmaya başlandı. Alman İmparatoru Alman Üst Komutanlığı'na emri, Osmanlı Kabinesi'nin oluru alınamazsa bile durum bir oldu bittiye getirilerek Osmanlı İmparatorluğu'nun fiilen savaşa çekilmesinin sağlanması yönündedir.[53] Sonuç olarak Almanya ile ittifak antlaşması imzalandıktan hemen sonra Osmanlı İmparatorluğu'nun bir an önce fiilen savaş girmesi konusunda Alman baskıları başlamıştı. Bu baskılar aralıksız sürmüştü. Örneğin Alman Krupp Fabrikaları'nda hazırlanan dört adet 28 cm.lik sahil topuna Alman Denizcilik Bakanlığı el koyduğu 11 Eylül 1914 tarihli telgrafla İstanbul'a bildirilmiştir. Alman Denizcilik Bakan Vekili'nin Berlin ataşemiliteri Cemil Bey'le bir görüşmesindeki sözleri çok nettir, "Süveyş'e hareket ediniz, sahil toplarını alırsınız"[54]
Almanya'nın, Osmanlı İmparatorluğu'nun bir an önce savaşa fiilen girmesi yönünde baskısının bir taktik nedeni de Kafkasya Cephesi'ndeki Osmanlı askeri tehdidinin Almanya'nın Galiçya Cephesi kuvvetleri karşısındaki baskıyı hafifleteceğinin hesaplanmasıdır.[46] Ekim ayına gelindiğinde İngiltere'nin ve Rusya'nın seferberlik hazırlıkları tamamlandığı ve cepheye daha fazla kuvvet getirdikleri görülmektedir. Almanya'nın kısa sürede Batı'da kesin sonuç elde etme planı bütünüyle başarısız olmuştur. Buna bağlı olarak Osmanlı'nın savaşa girmesi yönünde baskılar artıyordu.[55] Öte yandan İngiltere Osmanlı İmparatorluğu'nun toprak bütünlüğünü garanti ediyor, kapütülasyonlar'ın kaldırılmasına olumlu yaklaşıyor ve mali yardım öneriyordu. Osmanlı İmparatorluğu zaten 17 Ağustosta kapütülasyonları kaldırdığını ilan etmişti.[56]
Almanya'dan, bir an önce savaşa fiilen girilmesi yönündeki baskılar, Enver Paşa tarafından savaş hazırlıklarının henüz tamamlanmadığı gerekçesiyle oyalanıyordu. Ancak iki Alman savaş gemisinin girişimi, bir oldu bitti durumu yaratarak Osmanlı İmparatorluğu'nun fiilen savaşın içine çekmiştir.[57]
Goeben ve Breslau harekatı
Ana madde: Goeben ve Breslau'nun takibi
Almanya ile Osmanlı arasında ittifak antlaşması imzalandığında Alman Akdeniz Filosu (tümeni) Komutanı Wilhelm Souchon elinde iki yeni, hızlı ve muharebe gücü yüksek gemi vardır. Bunlar ağır kruvazör Goeben ile hafif kruvazör Breslau'dur. Antlaşmadan iki gün sonra, 4 Ağustosta Amiral Souchon'a iletilen şifreli telgraf mesajında İstanbul'a hareket etmesi emredilmiştir.[58] Almanya, 4 Ağustosta Belçika'ya saldırmıştı ve Akdeniz'de bu iki gemi, İngiliz kontrolündeki Cebelitarık'tan ya da Süveyş Kanalı üzerinden Akdeniz dışına çıkamazdı. İki gemiden açıkça daha güçlü olan İngiliz ve Fransız filoları karşısında zor durumdaydı.[22] Ancak iki gün sonra İstanbul'a gitme emri iptal edildi. Buna karşın İngiliz zırhlılarının yakın durumundan endişelenen Amiral 8 Ağustosta İstanbul'a gitmeye karar vermiştir. Emrindeki bir gemiyle İzmir'deki Alman deniz ateşesine, İstanbul'a giriş için izin istenmesini bildirdi.[59] Akdeniz'deki dokuz günlük bir kovalamanın sonunda gemiler 10 Ağustosta Çanakkale Boğazı önlerinde gelmiştir.[57][60] Enver Paşa Çanakkale Müstahkem Mevkii Komutanlığı'na "Gemilerin bekletilmeksizin içeri alınması" talimatını vermiştir. [57] Talimatın verilişi, bir bakıma alınışı, Başkomutanlık Vekaleti'nde göre yapan Alman subayı Baron Kress von Kressenstein tarafıdan kaleme alınan anılarında anlatılmaktadır. Baron von Kressenstein, Çanakkale Müstahkem Mevkii'nden gelen telgrafı Enver Paşa'ya ilettiğini, Enver Paşa'nın gemilerin Çanakkale Boğazına girmesi için karar verme yetkisi olmadığını ifade ettiğini anlatmaktadır. Bunun üzerine von Kressenstein itiraz etmiş ve "gemiler içeri alınsın" talimatını almıştır. Daha sonra takipteki İngiliz gemileri Boğaz'a girmeye çalışırsa sahil bataryaları tarafından ateşle karşılanması yönünde emir istemiş, Enver Paşa yine yetkisi olmadığını ileri sürünce yine itiraz etmiş ve ateş açılması talimatını almıştır.[61]
Uluslararası antlaşmalar gereği ya gemiler 24 saat içinde Osmanlı karasuları dışına çıkacak ya da silahtan arındırılarak enterne edilecektir. Ancak Alman büyük elçisinin şiddetle karşı çıkışı üzerine gemilerin Osmanlı İmparatorluğu'nca satın alındığının ilan edilmesi gibi bir çözüme gidilmiştir. Gemilerin 80 milyon marka satın alındığı 11 Ağustosta ilan edilmiştir. Gemilere Osmanlı bayrağı çekilir. Goeben'in adı Yavuz, Breslau'nun adı da Midilli olmuştur.[62] Bu iki Alman gemisi, bir bakıma İngiltere'nin el koyduğu Sultan Osman ve Reşadiye'nin yerine alınmış olmaktadır.
Abluka
Sonuç olarak Almanya, ileride Karadeniz'deki Rus limanlarına karşı kullancağı ve Osmanlı İmparatorluğu'nu bir oldu bitti ile fiilen savaşa sokacağı bu iki güçlü silahını Karadeniz'e atmış bulunmaktadır. Bu durum İtilaf Devletleri nezdinde bir bakıma alarma yol açacaktır.
Bu tarihe kadar Malta Üs Komutanı olan İngiliz Amiral Carden, 20 Eylül'de Abluka Filosu Komutanlığı'na atanmıştır. Emrinde İngiliz Indomitable ve Indefatigable muharebe kruvazörleri, Dublin ile Glochester hafif kruvazörleri, Verite ve Suffren Fransız muharebe gemileri ve 12 muhrip, üç denizaltı bulunmaktadır.[63] Denizaltı sayısı daha sonra üç İngiliz ve üç Fransız olmak üzere altıya çıkmıştır.[64]
Çanakkale Boğazı'nı ablukaya alan İngiliz filosu, 27 Eylülde Boğazdan çıkan Akhisar torpidosunun yolunu keserek Osmanlı savaş gemilerine ateş açılacağını bildirmiştir. Bu durum üzerine boğazlar tüm yabancı gemilere kapatılmıştır. Artık ticari gemiler de boğazları kullanamayacaktır.[56]
Yavuz ve Midilli Olayı
Bu iki güçlü savaş gemisinin Osmanlı Donanmasına katılması bir süredir zaten Donanma'nın ve Osmanlı halkının hayaliydi. Osmanlı İmparatorluğu, halktan toplanan yardım paralarıyla finanse edilen iki savaş gemisini İngiliz tersanelerine sipariş etmişti. "Sultan Osman" adı verilen geminin inşası mayıs ayında tamamlandığında, parası ödenmiş olan bu geminin teslimi, "Reşadiye" adı verilen diğer geminin teslimine ertelenmişti. Ağustos ayına kadar ertelenen teslim, 3 Ağustos günü tümüyle iptal edilmiştir.[65] Esasen bu iki gemi Ege Denizi'nde Yunan deniz üstünlüğünü ortadan kaldıracağı gibi Karadeniz'de de Rus Karadeniz Donanmasına karşı belirgin bir üstünlük sağlayacaktı.[32] İngiliz resmi tarihine göre Türkler tarafından "haydutluk" olarak nitelendirilmiş olan bu İngiliz tutumu, bir bakıma askeri zorunluluktu, bu denli güçlü gemilerin "düşman eline geçmesine kesinlikle müsaade edilemezdi".[65] Sonuç olarak gemiler, İngiltere'ye kadar gitmiş olan Osmanlı deniz müfrezesine teslim edilmedi.[65] İlginç bir denk geliştir ki aynı gün, 3 Ağustos'ta Goben ve Braslau İstanbul önlerine gelmiş bulunmaktadır.[66]
Esasen Goeben ve Breslau, Almanya ile ittifak antlaşması imzalandığı 2 ağustostan kısa bir süre sonra, 10 ağustosta Osmanlı karasularına girmişti ve hemen hemen aynı tarihlerde Alman Üst Komutanlığı bu gemileri Karadeniz'de kullanmayı istediğini Osmanlı makamlarına iletmeye başlamış, dahası baskı yapmıştır. Berlin ataşemiliteri Cemil Bey'in 12 Ağustos 1914 tarihli şifreli telgrafından bu konu belirtilmektedir.[54] Bir sonraki gün Enver Paşa'nın Cemil Bey'e söyledikleri ise, "seferberlik bitmeden, Bulgaristan'la tamamiyle anlaşmadan" diğer deyişle Çanakkale Boğazı savunması hazırlanmadan bu gemilerin Karadeniz'e çıkmasına izin verilmeyeceği yönündedir. Enver Paşa, bu durumda İngiliz Donanması'nın Boğazı geçeceğini düşünmektedir. Enver Paşa'nın Bulgaristan konusundaki tutumu da Berlin – Viyana – İstanbul ulaşım hattıyla ilişkilidir.[54]
Bu oyalamalara karşın Amiral Souchon 9 Eylül 1914 tarihinde Osmanlı Donanma Komutanlığı'na atanmıştır.[67] Hemen ertesinde Marmara'da atış talimleri ve manevralar başlatıldı.[67] Öte yandan Karadeniz'de, İstanbul açıklarında Rus Donanması'na bağlı gemiler, Çanakkale Boğazı dışında da İngiliz ve Fransız gemileri devriye gezmektedir.[67] Bu arada Amiral Souchon, tatbikatlara Karadeniz'de devam etmek üzere Osmanlı yetkililerine baskı yapmaktadır.[67]
Yavuz ve Midilli’nin de içinde bulunduğu onbir parça gemiden oluşan bir Osmanlı filosunun Amiral Souchon komutasında 29 Ekim 1914 günü Karadeniz'e açılması, Osmanlı'nın fiilen savaşa girmesi sonucunu doğurmuştur. Bu gemiler İstanbul Boğazı açıklarındaki Rus gemilerine ateş açtıktan sonra Karadeniz'in kuzey kıyılarındaki Odessa, Sivastopol, (29-30 Ekim gecesi[38]) Norvosiski ve Feodosya limanlarını bombalamışlardır.[27] Bu taarruz, Enver Paşa'nın 25 Ekimde Amiral'e verdiği yazılı emre dayanmaktadır. Esasen Bakanlar Kurulu'nun aynı tarihli kararına aykırı olan bu emirde "Bütün filo Karadeniz'de manevra yapmalıdır. Vaziyeti uygun bulduğunuz anda, Rus filosuna hücum ediniz. Çarpışmaya başlamadan evvel, bu sabah size verdiğim gizli emri açınız." Gizli emirde ise "Türk filosu Karadeniz'de zorla üstünlük sağlamalıdır. Rus filosunu arayınız. Nerede bulursanız, harp ilan etmeksizin hücum ediniz."[68]
Rusya'nın askeri tepkisi 1 Kasım 1914 günü Kafkasya üzerinden Osmanlı topraklarına taarruz etmek olmuştur. Aynı gün İngiliz gemileri İzmir ve Kızıldeniz'deki Akabe limanlarını bombaladılar. İki gün sonra 3 Kasımda İngiliz birlikleri Basra Körfezi'nde Osmanlı topraklarına çıkarıldılar. Aynı gün iki İngiliz ve iki Fransız savaş gemisi Çanakkale Boğazı'ndaki Osmanlı istihlarını ateş altına aldılar.[69]
Esasen Osmanlı Donanması'nın Karadeniz Rus limanlarını bombalaması, fiilen savaşa girme yönündeki baskılara direnen Enver Paşa'yı bir oldu-bittiye getirme manevrası olarak gürülmesi gerekir. Sonuç olarak Yavuz ve Midilli Olayı, Osmanlı İmparatorluğu'nu savaşa sokan olaydır.[54]

Harekat

İtilaf Devletleri'nin Çanakkale Boğazı'na karşı bir askeri harekat kararı almalarına varacak kilometre taşlarından biri Çar II. Nikolay'nın İngiltere'ye yönelik talebidir. Çar bu talebinde –Boğazlar'dan söz etmeden- Osmanlı İmparatorluğu'na karşı bir askeri hareket ve askeri malzeme yardımı talep etmiştir. İngiliz Savaş Bakanı Lord Kitchener bu soruların askeri harekat yanına olumlu yanıt vermişti.[70] Çarlık'ın böyle bir askeri hareketten beklentisi Osmanlı'nın Kafkasya'dan bir kısım birliğini çekmek zorunda bıralıkması, bunun da Rusya'nın bu cephedeki yükünü hafifleteceğidir.[71] Diğer önemli bir kilometre taşı ise Yunanistan Başbakanı Venizelos'un, bir çıkarma yapılması durumundan Yunanistan'ın bu harekata askeri olarak katılabileceğini İngiltere'ye bildirmesiydi.[34] Venizelos, 19 Ağustos 1914 tarihinde Çanakkale Boğazı'na taarruz etmeye dayanan ayrıntılı bir planı İngiliz yetkililere iletmiş, bu taarruza Yunanistan'ın da birlik verebileceğini belirtmişti. Ancak Venizelos'un planında Bulgaristan'ın da İstanbul'a saldırması koşulu vardı. İngiliz askeri makamları planı incelemiş ve fazla şarta bağlı olması dolayısıyla uygulanmasının olanaksız olduğu yönünde rapor vermişti.[72] Bulgaristan meselesi son derece akıllıca seçilmiş bir koşuldur. Osmanlı Ordusu'na her türlü Alman desteği için kullanılabilir tek ulaşım yolu olan demiryolu Bulgaristan üzerinden geçmektedir. Bu destek hattının kesilmesi, ancak Bulgaristan'ın İtilaf Devletleri tarafına geçmesiyle olanaklıdır.[73] Diğer yandan İngiltere'nin İstanbul Büyükelçisi Sir Louis Mallet, Ağustos ayında Boğazların yabancı savaş gemilerine kapatılmasının ardından Boğazların zorla geçilmesi yönünde bir öneriyi rapor etmiştir. Mallet, donanmanın geçmesinden sonra Boğazların kara birliklerince işgal edilmesi gerektiği görüşünü öne sürmekteydi.[74] Bir yandan bu savaş planları yapılırken İngiliz Hükümeti Osmanlı İmparatorluğu'nu savaşın dışında tutmaya çabalıyordu. Osmanlı savaşa girdiğinde ilk askeri harekatının Süveyş Kanalı üzerine olacağı tahmin ediliyordu.[75] Bu bölgeye Batı Cephesi'nden o sıralarda birlik kaydırılmasına olanak yoktu. Müstemlekelerden kuvvet aktarmak ise aylar alırdı.[75] Diğer yandan müslüman ülkelerin, ki bir çoğu İngiliz müstemlekesiydi, müslüman halkında ayaklanmalar olmasından ciddi biçimde çekiniliyordu.[75] Bu endişelerin boşuna olduğunu zaman göstermiştir, Osmanlı davası uğruna müslüman ülkelerden, hatta kendi tebaasından dahi kayda değer bir destek olmamıştır. Bütün bu endişelerle İngiliz Hükümeti, Osmanlı'nın savaş dışı kalması şartıyla bir kısım öneri gerirmiştir. Bu önerilere Fransa'nın, hatta Rusya'nın da desteği sağlanmıştı. Öneriler, Çanakkale Boğazı'nın ticari gemilere açılması ve Alman askeri personelinin sınırdışı edilmesi şartlarını içermektedir.[76] Goben ve Breslau üzerinde ısrar ediliyordu. Bu gemilere, Ege'ye çıktıkları takdirde, eğer Alman askeri personeli taşıyorlarsa, Alman savaş gemisi işlemi uygulanacaktı, yani ateş açılacaktı.[77]
Çanakkale Boğazı'nın geçilerek istanbul'un zorlanması fikrinin İngiliz Parlementosu'nda ilk olarak 25 Kasım 1914 tarihindeki İngiliz Başbakanlık Toplantı Salonu'ndaki olağan toplantıda Churchille tarafından ortaya sürüldüğü kabul edilmektedir.[78] Mısır'ın savunulması konusunda alınacak ek önlemlerin konuşulmasının hemen ardından söz alan Deniz Bakanı (Denizcilik Birinci Lordu) Churchill,[78] Mısır ve Süveyş Kanalı'nı yerinde savunmanın pasif bir tutum olacağını öne sürerek konuşmasına başlamıştır. Bu bölgedeki kuvvetlerin büyük bölümünü, Avrupa'dan bir kısım kuvvetle takviye ederek Osmanlı İmparatorluğu'nun en zayıf noktasında saldırmanın daha uygun olacağını belirtmiş ve bu noktayı, başkent İstanbul olarak işaret etmiş,[78] Böylesi bir harekattan Churchill'in beklediği amaçlar, Rusya'ya yardım edilmesi, Bulgaristan ve Romanya gibi tarafsız ülkeleri, hatta Almanya yanında savaşa girmeye yaklaşan İtalya'yı ve taraf konusunda kararsız Yunanistan'ı etkilemek, Fransa ve Rusya cephelerinde kilitlenmiş görülen savaşa, Baklanlar üzerinden bir kuşatma ile çözüm bulmaktı.[78] Diğer yandan Churchill, bol silah ve mühimmatla desteklenecek Rus Çarı'nın, milyonluk nüfusunu savaşa sürerek, Almanya'yı bu insan seli karşısında yıkacağını belirtmektedir.[79] Bu ifadelere karşın o günkü toplantıda bu konu üzerinde bir görüşme açılmamıştır.[80] Sonraki toplantılarda Savaş Bakanı Lord Kitchener, Fransa Cephesi'nin durumu nedeniyle Çanakkale için asker veremeyeceğini kesin olarak ifade etmiştir. Fransız orduları Başkomutanlığı da Batı Cephesi'nden başka bir yer için asker alınmasına şiddetle karşıdır.[74]
Bu durumda Churchill Çanakkale Boğazı'nı kendi komutasında olan donanmayla geçmenin yollarını aramıştır.[71] Bunun üzerine 3 Ocak 1915'te Akdeniz'deki Amiral Sackville Carden'e "Boğazları sadece deniz kuvvetleriyle zorlama" konusunda görüş soran bir mesaj göndermiştir. Mesajda, mayın hatlarına kömür gemileri sürerek durumun değerlendirilebileceği notu vardır. Ancak Amiral Carden bunu mümkün görmediğini, bunun için büyük bir kuvvet gerekeceğini bildirmiştir. Churchill, bu kez "Tasarladığınız harekatın niteliğini, istediğiniz kuvvetin miktarını ve bunu nasıl kullanmayı düşündüğünüzü lütfen bildiriniz" içeriğinden bir mesaj göndermiştir. Amiral'in 11 Ocak'taki yanıtı ile bir görev kuvveti şekillenmeye başlamıştır.[81] İki gün sonraki, 13 Ocak'taki Yüksek Savunma Konseyi toplantısında, Çanakkale Boğazı'nın sadece donanmayla zorlanması konusunda Deniz Bakanlığı'na ön yetki verilmiştir.[82] Churchill hazırlıklarını sürdürürken Fransız Hükümeti tarafından, harekat için Amiral Guépratte komutasında dördü zırhlı, dördü denizaltı olmak üzere 26 parçalık bir filo tahsis edileceği bildirildi. Churchill de İngiliz gemilerini Amiral Carden komutası altına girmek üzere bölgeye hareket etttirmiştir.[83] Harekat için kesin karar ise Konsey'in 28 Ocak 1915 tarihli toplantısında alınmıştır.[84]

Harekat planı ve amaçlar

Sonuç olarak denizden ya da karadan hareketle İstanbul'un alınması planlarının dayandığı bir dizi amaç ortaya çıkmıştır. Bu amaçlar ana başlıklar halinde şu şekilde görünmektedir.
  • Rusya'nın silah ve mühimmat gereksinimini karşılamak,[85]
  • Rus petrolünü boğazlar üzerinden Avrupa'ya taşımak,[85]
  • Balkanlar'daki devletleri İtilaf Devletleri safına çekmek,[85]
  • Osmanlı İmparatorluğu'nun Mısır'a yönelik tehdidini ortadan kaldırmak,[85]
  • Avrupa'daki savaşın, kanlı çatışmalara karşın kesin sonuç vermemesinin, Almanya'nın müttefiklerinden birine saldırma fikrini çekici hale getirmesi[86]
  • Osmanlı İmparatorluğu'nun savaştan çekilmesi ve İstanbul'un İngiliz kuvvetlerince işgal edilmesiyle Almanya ve Avusturya Macaristan İmparatorluğu bloğu güneyden kuşatılmış olacaktı[85]
  • İngiltere savaşın sona ermesinden önce İstanbul'u fiilen ele geçirmekle, Rusya'nın boğazlar üzerindeki istekleri karşısında güçlü bir durumda olacaktı.[85][87]
  • İstanbul işgal edilerek Rusya'nın Almanya ile tek başına hareket ederek bir antlaşma yapmasını güçleştirmek[88]
  • Osmanlı'nın Kafkasya Cephesi'ne daha fazla kuvvet aktarmasının önüne geçilerek Rus ordusunun tüm gücüyle Almanya üzerine yüklenebilmesine olanak vermek[88]
  • Teşkilât-ı Mahsusa'nın Müslüman ülkelerde yürüttüğü "İttihad-ı İslam" propagandasını durdurmak.[38]
Esasen İngiltere'nin hesabı Rus petrol ve buğdayıdır. Karadeniz limanlarında toplam 350 bin ton taşıma kapasiteli ticaret gemileri hareketsiz kalmıştır. Boğazlar açıldığı takdirde bu gemiler Rus buğday ve petrolünü Avrupa'ya rahatlıkla taşıyacaktır.[85]

Planlar ve kuvvetler

İtilaf Devletleri

İtilaf Devletleri ordusu değişik etnik ve dinsel gruplardan gelen askerlerden oluşmaktadır. Bu orduda İngiliz, İskoç, İrlandalı, Fransız, Hintli, Kuzey Afrikalı (Cezayirliler, Zuaveler), Avusturalyalı ve Yeni Zelandalı askerlerle Rum ve yahudi gönüllüler bulunmaktadır.[89] Anzak askerleri her ne kadar gönüllü olarak orduya yazılmışlarsa da İngiltere ile donminyonları arasında yapılan antlaşmaya göre bu askerlere günde altı şilinden hesaplanarak ayda dokuz pound maaş ödeniyordu. Bu haliyle Anzak askerleri gönüllüden çok paralı asker sayılmaktadır. Anzak birlikleri içinde başta Polinezya Adaları'ndan Maoriler[not 7] olmak üzere Okyanusya adaları yerlilerinden unsurlar da bulunmaktadır. Bu unsurlar da Gurkalar gibi savaşçı gelenekleriyle lanse edilmiştir.<Burhan Sayılır, Sh.: 321</ref> Tüm bu unsurlar üzerinde, Türklerin esirleri kestiği imajının, bir propaganda hedefi olarak uyandırılmış olduğu, savaş esirlerinin kayda geçirilen ifadelerinden anlaşılmaktadır. Açıkça kafalara sokulan "teslim olmaktansa intihar edin"dir.[90]
Askeri tarihte II. Dünya Savaşı'na kadar görülen en büyük çıkarma harekatıdır.[91]

Savaşın Aşamaları

Deniz harekâtları

Suüstü harekâtları

Ana madde: Çanakkale Deniz Harekâtları
Birleşik Krallık denizaltısı E11, İstanbul Boğazında Osmanlı nakliye gemisi Stamboul 'a torpidoyla saldırırken, (25 Mayıs 1915, Illustrated London News)
İngilizler, boğazları ele geçirmek için donanmanın yeterli olacağına inanıyorlardı. Bahriye Nazırı Churchill’in planları Akdeniz filosu komutanı Amiral Sackville Carden tarafından da desteklenince, Birleşik Krallık Donanması Komutanı Lord Fisher’in başarısını şüpheli gördüğü bu harekatın donanma ile yapılmasına karar verildi. Fisher, kara harekatınca desteklenmeden deniz kuvvetlerinin "böyle bir maceraya atılmasının" hatalı olduğu görüşündedir.[92] İtilaf Devletleri Savaş Konseyi'nin 28 Ocak 1915 tarihli oturumunda harekat karara bağlanmıştır. Konsey tutanağında harekat amacı şu şekilde tanımlanmıştı,

« Bahriye Nazırlığı hedef İstanbul olmak üzere, Gelibolu Yarımadası'nı döve döve zaptedecek bir deniz harekatına Şubat ayında başlayacaktır.[25] »


Zaten İngiliz Donanması'nın önemli bir kısmı Amiral Carden emrinde olmak üzere Ege Denizi'nde toplanmaya 13 Ocak kararının hemen sonrasında başlamıştır. Harekata geçme meselesi, Savaş Konseyi'nin kararına bağlıydı.[93] Askeri tarihçi İbrahim Artuç, Çanakkale Deniz Harekatları'nın "hemen hemen yalnız bir kişinin, Churchill'in yorulmaz gayretlerinin eseri" olduğunu belirtmektedir.[25] Bununla birlikte Savaş Konseyi kararındaki, bir karanın, deniz topçusunca "döve döve" nasıl zaptedilebileceği çok açık değildir. Deneyimli ve yetenekli Amiral Fisher'in de karşı çıktığı budur.
İtilaf Devletleri’nin deniz harekatı 19 Şubat 1915’te başladı. 13 Mart 1915’e kadar düşman gemileri tabyaları top ateşine tuttu, mayın tarama gemileri olabildiğince yol açtı. Boğazları zorlayarak geçebileceklerine inanan düşman kuvvetlerinin, kararlı ve dirençli bir karşılık almaları bu işin o kadar da kolay olmadığını gösteriyordu. Bir ay boyunca yapılan binlerce mermi atışının ardından çok da büyük bir gelişme elde edilememişti.
İtilaf devletleri, kısa bir aranın ardından bir sonraki saldırıyı 18 Mart'ta gerçekleştirmişlerdir. Hedef, Çanakkale Boğazı'nın sadece 1 mil genişliğindeki en dar noktasıdır. Amiral John de Robeck komutasındaki aşağı yukarı en az 16 savaş gemilik dev donanma Çanakkale'yi geçmeye kalkmıştır. Ancak her gemi Nusret Mayın Gemisi adlı Osmanlı mayın gemisinin boğazın Asya tarafına yerleştirdiği deniz mayınları tarafından hasar almıştır. Bazı balıkçılar, İngilizler tarafından mayın toplama işiyle görevlendirilmiştir; ama Osmanlı ordusunun açtığı top atışlarıyla korkarak kaçmışlar, mayınlara dokunulmamıştır. Yerinde kalmış bu mayınlar İngiliz HMS Ocean, HMS Irresistible ve Fransız Bouvet adlı üç zırhlıyı batırmıştır. Ayrıca İngiliz Inflexible ve Fransız savaş gemileri Suffren ve Gaulois çok ağır bir şekilde hasar almıştır. 18 Mart’a kadar geçen bu dönemde boğazın girişinde bulunan Rumeli yakasındaki Seddülbahir ve Ertuğrul tabyaları ile, Anadolu yakasındaki Kumkale ve Orhaniye tabyaları tahrip edilmişti. Boğaza giriş kapıları aralanmış ama hala ilerde olacaklar belirsizdi.
- Sonuç olarak, 18 Mart 1915'te, deniz mayınları ve kıyılardaki Osmanlı topçu bataryalarının isabetli atışları denizden geçişin mümkün olmayacağını göstermiş, İtilaf Devletleri Gelibolu Yarımadası'na asker çıkararak Boğaz topçu bataryalarını etkisiz hale getirmeyi hedeflemiştir. + Ve 18 Mart 1915 sabahı geldiğinde kimse günün sonunda neyle karşılaşacağını bilmiyordu.
- Gelibolu Yarımadasında Müttefik çıkarmaları yarımadanın güney bölümündeki altı kumsala, iki cephede yapılmıştır. Seddülbahir Cephesi’ne Britanya 29. Tümeni ile Fransız Kolordusu (Fransız Doğu Sefer Kuvveti) çıkarma yaparken Arıburnu Cephesi’nde ise Anzaklar Kolordusu çıkarma yapmıştır. Bu beş tümene ek olarak bir hafta içinde İskenderiye'den getirilecek olan Hint Tugayı, muhtemelen Seddülbahir Cephesi'nde kullanılmak üzere ordu ihtiyatını oluşturacaktı.[94]
Plana göre; 18 Mart sabahı 2 deniz tümeninden oluşan düşman filosu boğazda belirdi. Filonun en güçlü gemilerinden oluşan 1. Tümen bizzat Amiral de Robeck tarafından kumanda ediliyordu.
Queen Elizabeth, Agamemnon, Lord Nelson muharebe gemileri ve Inflexible muharebe kruvazöründe oluşan 1. Tümen, saat 10:30’da boğazdan içeri girdi. Filonun önündeki muhripler savaş alanını tanıyorlardı. Planlanan noktaya ulaşıldığında Queen Elizabeth’in hedefi Rumeli Mecidiye Tabyası, Lord Nelson’un hedefi Namazgah Tabyası, İnflexible hedefi ise Rumeli Hamidiye Tabyası idi. “A Savaş Hattı” olarak adlandırılan bu plan 11.30’da uygulanmaya başlandı ve 11.30’da merkez tabyalarına ateş başladı.
Bu arada düşman gemileri Kumkale’den gelen tedirgin edici ateş hattına da girmişlerdi. Obüslerden üstlerine ateş yağıyordu. Yine de mesafe uzak olduğundan Türk bataryaları savaş gemilerine karşılık veremiyordu. Saat 12.00 sularında Çimenlik, Rumeli Hamidiye ve Anadolu Hamidiye ateş almıştı. B Hattı diye adlandırılan Amiral Guepratte komutasındaki 3. Tümen Suffren, Bouvet, Goulois, Charlemagne adlı dört Fransız gemisiyle Triumph ve Prince George adlı iki İngiliz muharebe gemisinden oluşuyordu. Plana göre bu tümen 1. Tümenin arkasından hareket geçti ve B hattı önündeki yerini aldı. Yavaş yavaş yaklaşan gemiler Türk bataryalarından düşen mermi ateşi altında B hattına vardılar. Şiddetli yapılan karşılıklı çatışmalarda aradaki bataryalar sustuysa da merkez bataryalar ateşe devam ediyorlardı. 900 yarda kadar içeri sokulduklarından şiddetli ateş bu gemilerin üzerine yağıyordu. 3. Tümene ait olan iki İngiliz gemisi Triumph ve Prince George A hattının kıç omuzluklarında yerlerini almış Rumeli Mesudiye ve Yıldız Tabyalarını hedeflemişlerdi.
Rumeli merkez bataryaları çok yoğun bir ateş altındaydı. Mermilerin çoğu tabyalar içine düşmüş, telefon hatlarını bozmuş, yangınlar çıkarmıştı. Rumeli Mecidiye tabyası topçuların şehit olması ile devre dışı kalmıştı.
Planın ikinci aşamasında Türk bataryaları üzerinde yeteri kadar üstünlük sağlanabilirse Albay Hayes Sadler komutasındaki 2. Tümen devreye girecekti. Ocean, İrresistible, Albion, Vengeance, Swiftsun ve Majestic’ten oluşan 2. Tümen, 3. Tümenin yerini alacak ve B Hattından son olarak yakın muharebe yapılarak Tabyalar içinde olmayıp mayın hatlarını savunan toplar tahrip edilerek bombardımandan hemen sonra mayın tarama işlemlerine başlanacaktı. Fakat 3. Tümenin yerini alacak 2. Tümen gelmeden önce beklenmedik bir şey oldu. Saat 14:00’e doğru Suffren büyük bir hızla boğazı terk etmekte ve Bouvet’de onu izlemekteydi. A hattını geçmek üzereyken Fransız gemisi Bouvet’de bir iki patlama oldu ve Anadolu Hamidiye tabyasınca ateş altındayken 3 dakikada suların altına gömüldü. Derin bir şaşkınlık yaşanıyordu. Queen Elzabeth ve Agamemnon dışındaki bütün gemiler ateşi kestiler. Muhripler ve istimbotlar personeli kurtarmaya gittiklerinde 20 kişi kurtarılabilmiş, 603 kişi sulara gömülmüştü. Bu arada 12.30 sularında Goulois isabet almış ve ağır yaralarla boğazı terk ediyordu. 15.30 sularında mayına çarpan Inflexible’ın durumu kötüydü ama yoğun çabayla Bozcaada’ya ulaştı. 2. Tümen İngiliz gemileri, 3. Tümenin yerini aldığında bu manzara ile karşılaşmıştı. Saat 14.30’da ateşe başlayarak 10 yardaya kadar yaklaştılar. Namazgah tabyasını bombardıman ediyordu. Saat 15.00’te Rumeli Hamidiye daha sonra da Namazgah aldığı isabetle savaş dışına kalmıştı.
Anadolu Hamidiye tabyası hasar görmemişti ve İrrisistible’a ateş ediyordu. Saat 15.14’de İrrisistible’ın yanında korkunç bir patlama duyuldu. Saat 16.15’te tabyalarda uzaklaşmak isterken bir mayına çarptı. Bu bölgede bir gece önce Nusret’in döktüğü mayınlar hiç hesapta yokken can alıyordu. Bölgenin mayınlı olduğunu anlayan Amiral de Robeck 2. Tümenin geri çekilmesi için emir verdi. 18.05’te geri çekilirken Ocean da mayına çarpmıştı. Güçlü top ateşine rağmen Ocean’ın personeli muhripler tarafından boşaltıldı.
18 Mart’ta yaşananlar şaşkınlık yaratmıştı. Lord Fisher gibi ordusuz bir donanmanın başarıya ulaşamayacağını söylayenler haklı çıkıyor, de Robeck ve Churchill gibi hala donanma ile boğazları zorlayıp İstanbul’a çıkılabileceği düşüncesi yeni hareket planları doğuruyordu.

Denizaltı harekâtları

Ana madde: Çanakkale Savaşı Denizaltı Harekâtları

Kara muharebeleri

Çanakkale Savaşları’nda Deniz Harekâtı’nın başarısızlığı umutları Kara Harekâtı’na çevirmişti.Daha 1 Mart’ta Yunanistan, Gelibolu yarımadasını işgal etmek, mümkün olduğu takdirde İstanbul üzerine yürümek üzere İngiltere’ye üç tümenlik bir kuvvet önermişti. İngiliz ve Fransızlara kalsa öneri kabul edilebilirdi. Ancak Rus Çarı, İngiliz Büyükelçisi’ne, hiçbir şart altında Yunan askerinin İstanbul’a girmesine izin vermeyeceğini bildirerek bu tasarıyı önledi.
Askeri durumu tetkik için Çanakkale’ye gönderilen General Sir William Birdwood, 5 Mart’ta Kitchener’a gönderdiği raporda, Donanmanın tek başına Boğaz’dan geçemeyeceğine inandığını, kuvvetli bir ordunun karadan donanmayı desteklemesi gerektiğini bildiriyordu. Bu rapor Kitchener’in bütün tereddütlerini giderdi. 10 Martda 29’ncu Tümenin Ege’ye gönderileceğini açıkladı. Ayrıca bir Tümen de kendilerinin göndermeleri için Fransızları ikna edeceğini ilave ediyordu.
Böylece Mısır’daki Anzac Tümenleri ile birlikte 70 bin kişilik bir kolordu bu işe ayrılmış oluyordu.
Birdwood’un raporuna rağmen, hala donanmanın tek başına Boğazı geçebileceğini düşünenler vardı. Bu karışıklık içinde Kara kuvveti hazır olana kadar Donanmanın harekatını geri bırakmasını, bu suretle Kara ve Deniz Kuvvetlerinin müşterek harekata başlamasının en iyisi olacağını hiç kimse aklına getiremiyordu.
O sıralarda Londra’ya hakim olan bu kargaşalık ve belirsizliği, ne yapacağı belli olmayan Sefer Kuvveti’nin Komutanlığına yapılan atamadan anlamak mümkündür. Bu komutan, Kitchener’in Güney Afrika savaşlarından eski bir arkadaşı General Sir Ian Hamilton’du.
Donanma asıl saldırısını yapana kadar, Hamilton’un birlikleri işe karışmayacaktı. Eğer deneme başarıya ulaşmazsa Hamilton Gelibolu yarımadasına çıkarma yapacak, başarıya ulaşırsa yarımadaya zayıf bir kuvvet bırakıp doğrudan doğruya İstanbul üzerine yürüyecekti. Oradan İstanbul Boğazına çıkarılmış bir Rus Birliği ile birleşmesi umuluyordu.
Türk tarafı ise, 18 Mart’ta kazandığı zaferden dolayı kendisine olan güvenini tazelemiş, Çanakkale’nin Boğazlar’dan geçilemeyeceğini tüm dünyaya göstermişti. Bu zaferin ardından, İtilafların kaçınılmaz kara harekâtına karşı Türk tarafı da son sürat hazırlıklara başlamıştı. Gelibolu‘da 5. Ordu oluşturulmuş başına da Mareşal Liman von Sanders getirilmişti. Kıyılara dikenli tellerle çevriliyor, birlikler önemli yerlere yerleştiriliyor, müttefiklerin her hareketi gözleniyordu. Müttefik çıkarmasını bekleyen bir başka kişi ise 19. İhtiyat Tümeni’nin başında bulunan yarbay Mustafa Kemal'di.

Planlar ve kuvvetler

İtilaf Devletleri

"The Trumpet Calls (Trompet Çağırıyor)": Avustralya'da 1914-1918 arasında kullanılan askere alma posteri (Norman Lindsay)
General Hamilton emrine verilen kuvvetler ve savaşçı mevcutları şöyledir.
  • Anzak Kolordusu 25.700
  • Britanya 29. Tümeni 17.000
  • Fransa 1. Tümeni 16.700
  • Britanya Kraliyet Deniz Tümeni 10.800
  • Anzak Tugayı 4.800
Böylece harekât için 75 bin kişilik bir kuvvet oluşturulmuştur.
General Hamilton, Gelibolu Yarımadasındaki çeşitli çıkarma alanlarına kuvvet çıkartarak yarımadanın denetimini, böylece Osmanlı kıyı topçusunu etkisiz hale getirmeyi amaçlamıştır. Bunun için iki ana çıkarma bölgesi belirlenmiştir. Bunlardan biri, yarımadanın en güney ucu olan ve Seddülbahir olarak bilinen bölge, diğeri ise daha kuzeydeki Kabatepe-Küçük Arıburnu arasındaki kumsaldır. Bu iki çıkarma bölgesinden Seddülbahir’e ağırlık verilmiştir. Seddülbahir bölgesine ağırlık verilmesi üç taraftan da donanma topçu ateşiyle desteklenebilir bir bölge olmasındandı.
General Hamilton Seddülbahir Cephesi çıkartmaları için Seddülbahir bölgesinde beş ayrı kumsal belirlemişti.
  • Sığırini (Morto) koyu – Hisarlık Burnu
  • Ertuğrul Koyu
  • Tekekoyu
  • İkizkoyu
  • Zığındere
Bu kumsallar için iki İngiliz, bir Fransız tümeni ile bir Hint tugayı tahsis etmiştir.
Arıburnu Çıkarması için ise iki tümenden oluşan Anzak Kolordusu tahsis edilmiştir.
Seddülbahir Cephesi’ne çıkarılan birliklerin hedefi, Gelibolu Yarımadası’nın güney bölgesinin taktik derinliğindeki Alçıtepe bloğu’nun ele geçirilmesidir. Bu birliklerin ileri harekâtı derinlikte birleşerek Kirte Köyü hattından Alçıtepe bloğu ele geçirilecek, Arıburnu Cephesi’ne çıkan birlikler ise Conkbayırı-Kocaçimentepe hattından Maltepe bölgesinin ele geçirilmesiyle Seddülbahir Cephesi’nin Osmanlı kuvvetlerince takviyesi önlenecektir. Alçıtepe, ilk günün hedefi olarak belirlenmiştir, Seddülbahir’den 10 km. ve Zığındere’den 5 km. mesafededir.
Arıburnu Cephesi kuvvetlerine verilen taktik hedef ise Kocaçimen tepe üzerinden Eceabat'ta sahile ulaşarak Seddülbahir Cephesi'ndeki Osmanlı kuvvetlerinin geri bağlantısını kesmektir.

İttifak Devletleri

MG 08 ile donatılan Osmanlı makineli tüfek timleri.
Bir Alman havacı müfrezesi.
Commanders of the Ottoman III Corps at the Gallipoli Front.jpg
Deniz harekâtının başarısızlığı ardından (18 Mart 1915) bir kara harekâtına girişileceği ve bu harekâtın Gelibolu Yarımadası’nı hedef alacağını öngörüsü, mantık gereği olarak bile neredeyse kesinlik kazanmıştır. Kaldı ki 1915 yılının Nisan ayı başlarından itibaren Hamilton’un kuvvetleri Mısır’da toplanmaya başladığında bölgedeki Osmanlı istihbaratı, birliklerin mevcutları, komutanları, silah ve donanımları hakkında ayrıntılı bilgiler edinmeye başlamıştır.
14 Aralık 1914 tarihinde 42 kişilik bir subay gurubuyla İstanbul’a gelen ve Enver Paşa tarafından 1. Ordu Komutanlığı’na atanmış olan Alman Danışma Kurulu Başkanı Mareşal Liman Von Sanders, yeni teşkil edilen ve bölgeyi savunmakla görevli 5. Ordu komutanlığına 24 Mart 1915 tarihinde atanmıştır. Dolayısıyla bölgenin savunmasından sorumlu olan 3. Kolordu da Mareşalin emrine girmiştir.
Mareşal Sanders’in savunma planı, Hamilton’un taarruz planıyla örtüşmemektedir. Mareşal Sanders, çıkarmaların Saros Körfezi kıyılarına yapılacağını hesaplamaktadır ve 5. Ordu’nun ana kuvvetlerini bu bölgede toplamıştır. Saros Körfezi, Gelibolu Yarımadası’nın en dar bölgesidir. Buradan yapılacak bir çıkarmanın, yarımadayı savunan Osmanlı birliklerinin geri çekilme ve kara ikmal hattını kesmesi olasıdır. Ayrıca Mareşal Sanders’in savunma planı, elindeki kuvvetlerin önemli bir bölümünü geride, yedekte tutarak çıkarma kuvvetlerine ileri harekâtları sırasında taarruz etmeyi öngören, savunma ağırlıklı, temkinli bir plandır.[95] Osmanlı komutanları ise, çıkarmadan sonra, çıkarma kuvvetlerinin sahillerde elde edecekleri köprübaşlarıyla yoğun olarak takviye alacaklarını, gerekli tahkimatı yapacakları, dolayısıyla bu tahkimatlardan sökülüp atılmalarının çok güç olacağını düşünmektedirler. Onlara göre etkin bir savunma, hemen sahilde, daha çıkarma harekâtı sırasında yapılmalı, karşı tarafın kıyıda bir köprübaşı oluşturması önlenmelidir.[95]
5. Ordu, üç tümenli 3. ve iki tümenli 15. kolordulardan oluşmaktadır. Ayrıca ordu karargahına bağlı 19. Fırka, 1. Süvari Tugayı, bir piyade alayı ve dört Jandarma taburu bulunmaktadır. Toplam savaşçı sayısı 84 bindir.[96] Bu kolorduların bünyesindeki tümenler ve komutanları şöyledir.
  • 3. Kolordu: Komutanı Esat Paşa
    • 5. Fırka: Saros bölgesi. Komutanı Yarbay Hasan Basri Bey.
    • 7. Fırka: Bolayır bölgesi. Komutanı Albay Halil Bey.
    • 9. Fırka: Gelibolu Yarımadası’nın güney bölümü. Seddülbahir ve Arıburnu Cepheleri. Komutanı Albay Halil Sami Bey.
  • 15. Kolordu: Komutanı General Weber
    • 3. Fırka: Kumkale bölgesi. Komutanı Albay Nicolai.
    • 11. Fırka: Beşige bölgesi. Komutanı Albay Refet Bey.
  • 19. Fırka: Eceabat bölgesi. Komutanı Yarbay Mustafa Kemal Bey.
Gelibolu Yarımadası’ndaki Osmanlı savunma kuvvetlerinin, Çanakkale Savaşları süresince, kara ve deniz olmak üzere iki ana ikmal hattı vardır. Kara ikmal hattı, İstanbul’dan bölgeye en yakın olan Uzunköprü’ye kadar yaklaşık 250 km.lik bir demiryolu hattı ve devamında 165 km.lik bir stabilize yoldur. Osmanlı tarafına yeterli motorlu nakliye aracı olmadığından, personel bu yolu yaya olarak geçmek durumundadır. Her türlü ikmal malzemesi de öküz ya da at arabalarıyla taşınacaktır. Ayrıca bu yolun bir bölümü gündüz saatlerinde Saros Körfezi’ndeki Birleşik Donanma’nın ateşi altına alınabilmektedir. Bu nedenle yolun bu bölümü ancak günün karanlık saatlerinde geçilebilmektedir. Deniz ikmal hattı ise Marmara Denizi’nden geçen 150 deniz millik bir hattır. Kara ikmal hattına oranla çok daha kısa sürede geçilebilen bu ikmal hattı, Birleşik Donanma’nın suüstü gemileri yönünden tehdit altında değildir. Ancak denizaltı faaliyetlerinin tehdidine açıktır. Nitekim 25 Nisan 1915 tarihinden itibaren Marmara’da en az bir denizaltı faaliyet halinde bulunmuştur. Mayıs 1915 ortalarından itibaren ise deniz ikmal yolu, artan denizaltı faaliyetleri yüzünden bütünüyle kullanım dışı kalmış, ikmal ve takviye kara ulaşım hattına bağımlı olmuştur.[97]

Çıkarmalar

Kalıcı olarak asker çıkartılan kumsallar, Seddülbahir bölgesindeki beş kumsalla Kabatepe kuzeyine çıkarılan Anzak Kolordusu çıkarma bölgesidir.
General Sir Ian Hamilton, asıl çıkarmalar dışında iki farklı biçimde yanıltıcı operasyonlar planlamıştı. Göstermelik çıkarmalar yapıldığı gibi, çıkarma yapılacak izlenimi uyandırmak üzere sadece deniz topçusunun hazırlık ateşi açılan hedefler de belirlenmişti.
25 Nisan sabahı Saros Körfezi açıklarına gelen Birleşik Donanma’ya bağlı savaş gemileri (Caanopus hafif zırhlısı, Dartmouth ve Doris Kruvazörleri ile iki destroyer Bolayır sırtlarını top ateşine tutmuşlardır. Gün boyu süren bu ateşin ardından havanın kararmasına çok az bir süre kalan içleri asker dolu sekiz büyük filika sahile doğru hareket ettiler. Sahile ulaşmadan hava kararmıştı ve karanlıktan yararlanarak gemilere döndüler. Donanma ateşi ve geceye doğru yapılan bu manevra, Osmanlı tarafına bu bölgede gece boyunca çıkarma yapılacağı izlenimi vermiş, bu bölgedeki kuvvetlerini kaydırmaları en azından 24 saat engellenmişti. Esasen planlanan harekât bu kadardı. Fakat gece yarısından sonra gönüllü bir İngiliz Yüzbaşı, sahile iki km. kadar yaklaşan bir filikadan sahile kadar yüzmüş, üç ayrı noktada aydınlatma fişeği ateşleyerek geri dönmüştür.

Seddülbahir Cephesi

Osmanlı 5. Ordusu'nun konumu (Nisan 1915)
Seddülbahir çıkartmaları
İttifaklara ait ağır top (önceleri Alman zırhlı kruvazörü Roon 'un topuydu.)
İngiliz gözleme noktasının bulunduğu Mavro Adası (Yenişehir Burunu'nun batıgüneybatısı 6 mil)'nı bombalayan Osmanlı topçu
Ana madde: Seddülbahir Cephesi
Seddülbahir Cephesi'ndeki İngiliz ve Fransız birliklerinin ilk hedefi Kirte Köyü ve hemen kuzeyindeki Alçıtepe olmuştur.
Birinci Kirte Muharebesi
Bu hedeflerin ele geçirilmesi için ilk müttefik taarruzu olan Birinci Kirte Muharebesi, 28 Nisan 1915 sabahı başlamıştır. Taarruzun sol kanadında dört Britanya tümeni, sağ kanadında ise iki Fransız tugay taarruza katılmıştır.[98] Osmanlı savunması İngiliz taarruzları karşısında tutunurken Fransız kesiminde yarılma noktasına gelmiştir. Cephe komutanı Albay Halil Sami Bey, hatların geri çekilmesi emri vermişken, iki bölüklük bir kuvvet, donanma topçusunun ateşinde bir gedik bularak hatları takviye etmiştir. Bunun üzerine geri çekilme emri derhal geri alınmıştır. Öğleden sonra Yarbay Sabri Bey, iki taburluk bir kuvvetle karşı taarruza geçerek müttefik cephesini kırmıştır. Gün sonunda, müttefikler taarruz çıkış hatlarına geri çekilmişlerdir. Osmanlı kayıpları 2.380, Britanya tarafında 2.165 ölü, 8220 yaralı ve 3600 kayıp[99][100] [101]
İkinci Kirte Muharebesi
Müttefik kuvvetlerin ikinci taarruzu, 6 Mayıs 1915 sabahı başlayan İkinci Kirte Muharebesi'dir. 8 Mayıs'a kadar süren çatışmalarda Müttefik kuvvetlerin "bağlantı noktası", en soldan taarruz edecek olan bir İngiliz tugayıdır. Bu tugay, ilk günkü taarruzunda yoğun bir ateşle karşılaşmış ve ilerleyememiştir. Taarruz hattı, en sol kenardan başlayan bu engelle, en sağa kadar durmak zorunda kalmıştır. Sol uç, ilerleyemeyince diğer birlikler de planlanan ileri harekâta girişememişlerdir. Osmanlı ateşinin en yoğun olduğu rapor edilen tepe, donanma ve sahildeki top bataryaları tarafından hallaç pamuğu gibi atıldığı halde, Osmanlı tarafının ateş gücünde bir değişiklik olmamıştır. Balonlarla yapılan hava keşfi de Osmanlı mevzilerinin yerini saptayamamıştır. İkinci gün merkez kesimden, üçüncü gün tekrar sol kanattan yapılan taarruzlar da aynı ateşle kaşılaşarak durmuştur. Üç günlük muharebelerin sonunda müttefik kuvvetler, en fazla 500 metre ilerleme sağlayabilmişlerdi. Müttefik kaybı yaklaşık 7000,[102] Osmanlı kaybı ise 2.000'dir. [103]
Üçüncü Kirte Muharebesi
Müttefik kuvvetlerin üçüncü taarruzu, 4 Haziran 1915 tarihli Üçüncü Kirte Muharebesi’dir. Donanma topçusunun üç yönden, kara topçusunun ise cepheden geliştirdiği hazırlık ateşi ardından başlayan savaşta, Osmanlı cephesinin sol kanadından taarruz eden Fransız birlikleri yer yer Osmanlı siperlerine girmişlerdir. Yarbay Selahattin Adil komutasındaki Osmanlı 12. Tümeni’nin karşı taarruzluyla bu siperlerden çekilmişlerdir. Sağ kanatta ise İngiliz birlikleri Osmanlı siperlerine girmiştir. İkinci Topçu Bataryası komutanı Teğmen Arif Tanyeri’nin, 150 askeriyle ileri çıkıp cepheyi tutmasıyla Osmanlı hatlarının kırılması önlenmiştir. Osmanlı cephesi, Kirte Köyü’ne bir kilometre mesafede sabitlenmiştir. İzleyen 5 Haziran günü Osmanlı 9. Tümeni’nin saldırısı başarılı olmamış, akşam saatlerinde Arıburnu Cephesi’nden kaydırılan Yarbay Hasan Askeri komutasındaki Osmanlı 2. Tümeni'nin taarruzu ise birkaç yüz metre ilerlemiştir. 6 Haziran günü ise küçük çaplı çatışmalarla geçmiştir. Üçüncü Kirte Muharebesi’nde Britanya kayıpları 4500,[104] Fransız kayıpları 2000,[104] Osmanlı kayıpları ise 4.965 yaralı, 52 ölüdür.[105]
Her üç taarruzun başarısız olması üzerine cephe komutanları, İngiliz komutan H. Weston ve Fransız komutan Gouraund, tüm cephe hattında değil de, daha sınırlı bir hattan taarruzu gerekli görmüşlerdir. Böylece gerek piyade, gerekse de topçu unsurları daha dar bir cephede kuvvet merkezi (siklet merkezi) oluşturulacaktı. Planın ilk operasyonu, cephenin en sağ (doğu) bölgesi olan Kerevizdere’de uygulamaya konulmuştur. 18 Haziran’da başlayan topçu ateşi üç gün boyunca sürdürülmüştür. 21 Haziran günü Fransız birliklerinin taarruzuyla başlayan Birinci Kerevizdere Muharebesi’nde Fransız birlikleri, hedefleri olan tepeyi ele geçirmeyi başarmıştır. Muharebelerde Fransız kayıpları 3200,[106] Osmanlı kayıpları ise 6.000 kişidir.[106][107]
Zığındere Muharebesi
Bir sonraki Zığındere Harekâtı, bu kez cephenin sol kanadından taarruzu öngörmektedir. Zığındere ile sahil arasındaki Zığın sırtı boyunca üç tugayla ve Zığındere’nin karşı yamaçlarından iki tugayla taarruz etmektir. Zığın sırtı Albay Refet Bey’in komutasındaki Osmanlı 11. Tümeni’in savunma bölgesidir. Zığındere ile Kanlıdere arasındaki bölge ise Albay Halil Bey’in Osmanlı 7. Tümen’i tarafından savunulmaktadır. Her iki tümen de tek tugaylıdır. Deniz ve kara topçusunun 26 Haziran’da başlayan bombardımanı üç gün sürmüştür. 28 Haziran’da iki saatlik hazırlık ateşi ardından başlayan taarruz, sağ kesimde Osmanlı siperlerinin tümünde başarılı olmuştur. Bombardıman sonrasında Osmanlı ön hat siperlerinde sağ kalanların tümü yaralı subay ve erattır. 800 metre mesafedeki Kirte Köyü’ne yapılan ileri hareket, topçu ateşiyle durdurulmuş, hemen ardından Osmanlı karşı taarruzları başlamıştır. siperler 30 Haziran 1915 günü sabahına kadar birçok kez el değiştirmiş, sonunda İngilizlerde kalmıştır. Zığın sırtının kuzeyinden 1 Temmuz 1915 günü iki kez yenilenen Osmanlı taarruzu, yoğun topçu ateşi altında etkisiz kalmıştır. 5 Temmuz 1915 tarihinde Albay Hasan Basri Bey’in Osmanlı 5. Tümen’inin Zığın sırtına ve Albay Nicolai’nin komutasındaki Osmanlı 3. Tümen’inin Zığındere’nin doğu yamaçlarına giriştikleri taarruz ise sonuç alamamıştı.
Her iki kanattan yapılan taarruzların ardından bu kez cephenin merkez bölümünde taarruza geçilmiştir. Üç saat süren ve 60.000 bin top mermisinin kullanıldığı hazırlık ateşi ardından 12 Temmuz 1915 sabahı başlayan İkinci Kerevizdere Muharebesi iki gün sürmüştür. Hazırlık ateşi ardından başlayan İngiliz taarruzu, hiçbir savunmacının sağ kalmadığı ilk hat siperlerini almış, ikinci hat siperlerinde ise ağır kayba uğrayarak geri çekilmiştir. Öğleden sonra yedekteki İngiliz tugayının giriştiği saldırı, üçüncü hat siperlerine girmişse de Osmanlı karşı taarruzlarıyla yeniden eski konumuna çekilmiştir. İkinci girişilen İngiliz taarruzu, Osmanlı topçusunun ateşiyle geri çekilmiştir. Savaş sonunda cephenin en sol yanındaki birkaç siper parçası işgal edilebilmiş, sağ kesimde ise Fransız birlikleri Osmanlı siperlerinde tutunmayı başarmışlardır. İki günlük muharebelerin sonucunda müttefik kayıpları 5.800, Osmanlı kayıpları ise 9.700’dür. [108]
Bu muharebeler sonunda Seddülbahir Cephesi’nde Osmanlı kuvvetlerini atarak ilerlemenin olanaksız olduğu ortaya çıkmıştı. Müttefik kuvvetler komutanı General Hamilton, takviye kuvvetlerle Suvla Koyu’nda bir çıkarma yapmayı planlamıştır. Bu çıkarma harekâtının, Anzak Kolordusu komutanı General W. Birdwood’un önerdiği Sarı Bayır Harekâtı ile aynı tarihte uygulanmasına karar verilmiştir. Ayrıca Osmanlı savunmasının dikkatini yarımadanın güney ucuna çekmek için Seddülbahir Cephesi’nde yanıltıcı bir taarruz planlanmıştı. Kirte Bağları Muharebesi olarak bilinen bu taarruz, 6 Ağustos sabahı İngiliz birliklerinin taarruzuyla başlamıştır. İngilizler, ilk hat siperlerine girmiş, ancak karşı taarruzla geri atılmışlardır. Taarruzun ikinci günü girişilen İngiliz taarruzları, Kirte Köyü’nün güney batısındaki bir bağ alanının bir bölümünde tutunabilmiştir.
Sınırlı hedeflere yönelik, üstelik de bir yanıltma operasyonu olan İngiliz taarruzunun bu denli kayba rağmen başarısız olması üzerine General Sır Ian Hamilton, Seddülbahir Cephesi'nde hiçbir askeri harekâta girişilmemesi emrini vermiştir.

Arıburnu Cephesi

Ana madde: Arıburnu Cephesi
ANZAK çıkarması
Australya 1. Tugay 4. Taburunun çıkarması (Saat 8.00, 24 Nisan 1915)
25 Nisan 1915 tarihli çıkarmasının akabinde ANZAK koyu (19 Haziran 1915, The War Illustrated)
Esat Paşa (Arıburnu Cephesinde topçulara emir verirken)
Daha önce yabancı kaynaklardan ve Anzakların anılarından yapılan aktarmalarla nasıl başlandığı ve ilk günleri açıklanan Arıburnu’ndaki Anzak Kolordusunun Nisan’da yaptığı çıkarmanın temel amacı önce, Kabatepe ile KüçükArıburnu arasındaki kumsallık bölgeye çıkmaktı. İlk aşamada Conkbayırı- Kocaçimentepe çizgisi denetim altına alınıp, oradan Maltepe bölgesi ele geçirilecek, böylece, kuzeydeki Türk kuvvetlerinin Güneyde, Seddülbahir bölgesindeki Türk birliklerine yardımı engellenmiş olacaktı.
25 Nisan sabahı savaş gemilerinin, Türk mevzilerini sürekli vuran koruyucu ateş altında, Anzak Kolordusu’nun 1. Tugayından 1500 kişilik ilk hücum dalgası, çıkarma botlarının bir şekilde kuzeye kayması sonucu, saat 05.00’te, Kabatepe bölgesi yerine Arıburnu kesimine çıkmak zorunda kalır. Bu noktada kıyı gözetlemesi yapan bir Türk takımının direnişine karşın, karaya çıkan Anzak birlikleri belirli bir noktaya kadar ilerler. Diğer taraftan, Bigalı’da bulunan ordu yedeği 19. Tümen, 24-25 Nisan gecesi Conkbayırı yönünde tatbikat yapmakta idi. Gün ağarırken, Arıburnu yönünden top seslerinin gelmesi üzerine, 19. Tümen Komutanı Yarbay Mustafa Kemal, bir çıkarma yapıldığını anlayıp durumu Ordu Komutanına bildirir, ancak bir yanıt alamaz. Durum çok kritiktir. Mustafa Kemal, kıyıda çok zayıf gözetleme ve koruma birlikleri olduğunu düşünerek ve geniş bir sahile yayılmış olan 27. Alayın da, ağır kayıplar verdiği haberini alınca, düşmanın Conkbayırı-Kocaçimentepe çizgisi ve uzantısını ele geçirmesi durumunda, onarılamayacak durumlarla karşılaşacağını kavrar. Ordudan emir gelmemiş olmasına karşın girişimi ele alıp tüm sorumluluğu yüklenerek, 57.Alayı bir batarya ile Kocaçimentepe yönünde harekete geçirir. Kendisi de durumu izlemek üzere Conkbayırı’na çıktığında,, Arıburnu kesiminden bazı askerlerin çekilmekte olduklarını ve düşman birliklerinin de bunları izlediklerini görür.
O anı Mustafa Kemal, Ruşen Eşref Ünaydın ile yaptığı görüşme sırasında şöyle anlatmaktadır.
“...Bu esnada Conkbayırının güneyindeki 261 rakımlı tepeden sahilin gözetleme ve korunmasıyla görevli olarak orada bulunan bir müfreze askerin Conkbayırına doğru koşmakta, kaçmakta olduğunu gördüm... Bu askerlerin önüne kendim çıkarak:
-Niçin kaçıyorsunuz ? dedim.
-Efendim düşman dediler!
-Nerede?
-İşte! diye 261 rakımlı tepeyi gösterdiler.
Gerçekten de düşmanın bir avcı kuvveti 261 rakımlı tepeye yaklaşmış ve tam bir serbestlik içinde ileriye doğru yürüyordu. Şimdi vaziyeti düşünün. Ben kuvvetleri (geride) bırakmışım, askerler on dakika istirahat etsin diye...Düşman da bu tepeye gelmiş...Demek ki düşman bana benim askerlerimden daha yakın! Ve düşman benim yere gelse kuvvetlerim çok kötü bir duruma düşecekti. O zaman artık bilemiyorum, bilinçli bir düşünme ile midir, yoksa önsezi ile midir, bilmiyorum. Kaçan askerlere:
- Düşmandan kaçılmaz, dedim.
- Cephanemiz kalmadı, dediler.
- Cephaneniz yoksa süngünüz var,dedim.
Ve bağırarak bunlara süngü taktırdım. Yere yatırdım. Aynı zamanda Conkbayırına doğru ilerlemekte olan piyade alayı ile dağ bataryasının yetişebilen askerlerinin ‘ marş marşla’ benim bulunduğum yere gelmeleri için, yanımdaki emir subayını geriye yolladım. Bu askerler süngü takıp yere yatınca, düşman askerleri de yere yattı. Kazandığımız an, bu andır...”
Gerçekten de, çekilen Türk askerleri mevzi alınca, karşı taraf ta mevzi alıp duraklar. Böylece, 57. Alay Öncü Bölüğü'nün Conkbayırı’na yerleşmesi için gereken süre kazanılmış olur. İşte bu an, Gelibolu Savaşı’nın kaderini belirleyen önemli anlardan birisidir. Bu husus, Çanakkale Savaşları tarihiyle uğraşan Türk ve yabancı bütün uzmanlar tarafından doğrulanıp vurgulanmaktadır.
Daha sonra, Kolordu Komutanı Esat Paşa'nın izniyle, 27. Alay’dan geri kalan birlikleri de emrine alan Tümen Komutanı Mustafa Kemal, karşı saldırıya geçmek üzere 57.Alay'a şu emri verir :
“ Ben size taarruz emretmiyorum, ölmeyi emrediyorum. Biz ölünceye kadar geçecek zaman zarfında, yerimize başka kuvvetler ve komutanlar kaim olabilir.”
25 Nisan 1915 günü, vakit ikindiye yaklaşırken, ilk çıkarma kademesi olan tümenin sahile çıkışı da tamamlanmıştır. Ne var ki, 27. Alayın birlikleri ve 57. Alayın yaptığı karşı saldırı ile süngü hücumları sonucu Anzaklar çok sayıda kayıp vermiş ve sahile çekilmişler, kritik ve endişeli anlar yaşamaktadırlar. Gene de gün batarken, Anzak Kolordusu’nun sahile çıkan Tümeni, Arıburnu’nun sarp yamaç ve tepelerinde yerleşme olanağı bulur. Bu tarihten başlayarak harekat, 1915’in Ağustos ayına kadar dört ay boyunca, Conkbayırı- Kocaçimentepe-kabatepe bölgelerinde, tarafların karşılıklı saldırı ve özellikle gece yapılan süngü hücumlarıyla, yakın boğuşmalar şeklinde ve çok kanlı çarpışmalarla geçecektir. Bu çarpışmalar sırasında Türkler de, Anzaklar da ağır kayıplar vermişlerdir. Ağustos ile birlikte ise savaş şiddetli çarpışmalara dönüşür. Tıpkı Seddülbahir’de olduğu gibi, Anzak ordusu da taarruz hedeflerine varamamış, çıktıkları yerlerde 3-4 km.lik bir mesafe ilerleyip, boşaltmaya kadar da o noktada kalmışlardır.

Anafartalar Cephesi

Ana madde: Anafartalar Cephesi
Mareşal Horatio Kitchener ve general William Birdwood, ANZAK'a ait bir hendekte, 15 Kasım 1915
İttifaklara ait bir hendek
Kanlısırt Muharebesi ("Lone Pine", 6 Ağustos 1915)
Çanakkale'de kullanılan bağlantı hendeklerinden biri
Deniz Muharebeleri'nden kullanılmış Osmanlı siperleri
Birinci Anafartalar Muharebesi
Her iki cephedeki kanlı çatışmalar ardından 1915 yılının Temmuz ayı sonlarında cepheler kilitlenmiş, çatışmalar mevzi harbine dönüşmüştü. Gelibolu Yarımadasında bir sonuç elde edebilmek için İngiliz General Sir Ian Hamilton, daha kuzeyde üçüncü bir cephe açmak gereği duymuştur. Burada amaç, sert direnme gösteren her iki cephedeki Osmanlı kuvvetlerinin geri hattına çıkarak kuşatmaktır. Hamilton, üçüncü cepheyi küçük ve büyük Kemikli burunları arasındaki Suvla kumsalına, takviye olarak gelen İngiliz 9. Kolordusu’nu çıkartarak açmıştır. 6 Ağustos 1915 tarihinde Suvla Koyu'na yapılan çıkarmayla Gelibolu Savaşı bu bölgeye kaymış, Arıburnu'ndaki Anzak Kolordusu ile Suvla çıkarma kuvvetleri, dolayısıyla bu iki cephe birleşmiştir. Gelibolu Yarımadası'nın Müttefik kuvvetlerce tahliyesine kadar asıl çatışmalar bu bölgede olmuş, Seddülbahir Cephesi, kayda değer bir çatışmaya sahne olmamıştır.
5-6 Ağustos gecesi başlayan çıkartma gün boyu sürmüştür. Suvla Ovası’na hakim ilk kademe sırtlardaki üç Osmanlı taburu, çıkarma birliklerinin ileri harekâtını durdurmayı başarmıştır.
İngiliz 9. Kolordusu’nun genel bir taarruz için düzen alması, 8 Ağustos tarihini bulmuştur. Ertesi gün, 9 Ağustos 1915 günü şafakta iki İngiliz tümeni taarruz için ilerlemeye başladığı sırada Kurmay Albay Mustafa Kemal Bey’in de taarruzu başlamıştı. Osmanlı taarruzu, önlerindeki İngiliz kollarını atarak ilerlemiş, öğleden hemen sonra İngiliz 9. Kolordusu komutanı General Stopford, ihtiyatta tuttuğu tümeni ateş hattına sürerek sahilde tutunmayı ancak başarabilmiştir.
Birinci Anafartalar Savaşı’nın hemen ertesi günü, 10 Ağustos 1915 sabahı Mustafa Kemal, Kocaçimen Tepesi – Conk Bayırı hattında yeni bir taarruz yapmıştır. Albay Ali Rıza Bey komutasındaki 8. tümen ve 9. Tümen komutanı Yarbay Cemil Bey komutasındaki 9. Tümen’in taarruzlarıyla müttefik cephesi 500-1.000 metre geri atılmıştır.
Bu bölgedeki Osmanlı taarruzunun başladığı saatlerde daha kuzeyde, İngiliz 53. Tümen’i Yusufçuk Tepe ve daha kuzeydeki Küçük Anafartalar Tepesi yönünde taarruza geçmişti. Yoğun topçu ateşleri ardından dört kez yenilenen taarruzlar gün boyu sürmüş olup iki Osmanlı taburunun savunması, mevzileri korumayı başarmıştır.
Tekketepe Muharebesi
Son muharebeler sonunda Arıburnu Cephesi'nde Anzak kuvvetleri eski hatlarına çekilmiş, Anafartalar Cephesi'nde ise Suvla Ovası'nın sahil bandından kalmışlardı. Özellikle bu bölgede, hakim sırtlardaki Osmanlı mevzilerinin ateşi altında kalmakta idiler. Müttefik kuvvetler üst komutanı General Sır Ian Hamilton, bu sırtların en azından kuzey kesimini oluşturan Tekketepe yükseltilerinin bir an önce ele geçirilmesinin gerekliliğini bilmektedir. Bu amaçla sahile yeni çıkartılmış olan 54. Tümen ile bu sırtlara taarruz kararı vermiştir. Bu tümenin bir taburunca 12 Ağustos 1915 tarihinde girişilen, Tekketepe Muharebesi olarak bilinen taarruz, Osmanlı savunması önünde ağır kayba uğrayarak geri çekilmiştir.
Bu taarruzun başarısızlığı üzerine General Hamilton, taarruzu daha kuzeye kaydırarak 12. Tümen'i sağ yandan çevirmeyi amaçlayan bir taarruz planlamıştır. Bu taarruz Kireçtepe ve Kireçtepe sırtlarının işgal edilmesini amaçlamaktadır. Böylece 12. Tümen kanat kırarak Tekketepe'den çekilmek zorunda kalacak, savaşarak alınamayan bu yükselti, İngiliz kuvvetlerinin eline düşecektir.
Kireçtepe sırtları, Suvla Koyu'na çıkarma yapıldığı 6 Ağustos 1915 tarihinden itibaren Yüzbaşı Kadri Bey komutasındaki Gelibolu Jandarma Taburu tarafından tutulmaktadır. Üç tugaydan oluşan İngiliz birlikleri 15 Ağustos 1915 günü taarruza geçmiştir. Ağır kayıplara Yüzbaşı Kadri Bey'in ağır şekilde yaralanması da eklenince tabur geri çekilmiş, Kanlıtepe - Havantepe hattında yeniden mevzi almıştır. Akşam saatleri bölgeye ulaşan bir taburluk takviye ile karşı Osmanlı kuvvetleri karşı taarruza geçmiştir. Çatışmalar gece boyu sürmüş, 16 Ağustos sabahı bölgeye gelen Mustafa Kemal, taarruzu kendisi yönetmiştir. Kısa süre sonra İngiliz birlikleri eski hatlarına geri çekilmişlerdir.
Aynı gün, başarısız bulunan İngiliz 9. Kolordusu komutanı General Stopford ve iki tabur komutanı, General Hamilton tarafından görevden alınmıştır.
Hemen ardından Seddülbahir Cephesi’ndeki İngiliz 29. Tümeni Anafartalar Cephesi’ne aktarıldı. Mısır’da bulunan 5.000 kişilik bir tümen de aynı cepheye getirildi. Bu şekilde içerden ve dışardan takviye edilen Anafartalar Cephesi’ndeki kuvvetlerle genel bir taarruz planlandı. Müttefik taarruzu, Anafartalar Grup Komutanı Kurmay Albay Mustafa Kemal’in sorumluluk bölgesinde, 12. ve 7. Tümenlerin mevzilerine yönelmiştir.
İkinci Anafartalar Muharebesi
Bu kuvvetler 21 Ağustos 1915 sabahı İsmailoğlu ve Yusufçuk Tepelerine genel bir taarruza geçtiler. Aynı anda Anzak Kolordusu’na bağlı bir tugay da Bomba Tepe’ye taarruz etmiştir. İsmailoğlu ve Yusufçuk Tepeleri’ne yönelik taarruz aynı gün, kesin bir başarısızlıkla son bulmuştur. Bomba Tepe’deki çatışmalar ise 29 Ağustos tarihine kadar sürmüş tepe, Osmanlı savunmasının elinde kalmıştır.
Bomba Tepe taarruzu, Gelibolu Savaşı'nın, tahliyeye kadar ufak çaplı çatışmalar yaşanmış olsa da, son muharebesidir.

Tahliye

"W Beach" (Seddülbahir)
İkinci Anafartalar Savaşı’ndan sonraki aylar Gelibolu’da siper savaşları şeklinde sürmüştür. İki tarafın da taarruz gücü kalmamıştı. Müttefikler açısından bu dönem bir kararsızlık dönemidir. Onca kayıptan sonra Gelibolu’yu tahliye etmek kolay verilecek bir karar değildir. Taarruz için de General Ian Hamilton’un değerlendirmelerine göre en az ellibin askerlik bir takviye gerekmektedir. Ancak 14 Ekim 1915 günü Bulgaristan, İttifak Devletleri safında savaşa girerek Sırbistan’a saldırmıştır. Bu gelişme müttefiklerin Çanakkale seferinin varoluş nedenlerinden birinin ortadan kalkması anlamına gelmektedir. Çünkü bu sefere kalkışılmasının nedenlerinden biri de Balkan ülkelerinin İtilaf Devletleri safında savaşa girmesini teşvik etmekti. Üstelik Bulgaristan’ın Osmanlı Devleti ile Müttefik olması, Alman İmparatorluğu ile Osmanlı Devleti arasında kara bağlantısını, dolayısıyla savaş malzemesi nakliyatını büyük ölçüde kolaylaştıracaktır. Nitekim 29 Ekim 1915’de İstanbul’la Almanya arasındaki demiryolu hattı İttifak Devletleri’nin kontrolüne geçmiştir. Bu demiryolu bağlantısının ilk en acı belirtisi de Avusturya’dan gönderilen ve cephede 15 Kasım 1915 tarihinde ateşe başlayan 240 mm.lik top bataryasıdır.
Bu tarihten üç gün sonra General Ian Hamilton görevden alınarak yerine General Charles Monro atanmıştır. Monro cephede yaptığı incelemelerin ardından 3 Kasım 1915’de İngiliz Yüksek Savunma Konseyi’ne cephe hakkındaki görüşünü, “Gelibolu tahliye edilmelidir” şeklinde bildirmiştir. Bu kolay alınacak bir karar değildir. 6 Kasım 1915 günü İngiliz Savaş Bakanı Lord Kitchener Gelibolu’ya gelmiştir. 15 Kasım’da Lord Kitchener’in kararı Seddülbahir Cephesi dışındaki diğer iki cephedeki askerlerin tahliye edilmesi yönündedir. Ertesi gün 16 Kasım’da Müttefiklerin Selanik Cephesi de General Monro’ya bağlanmıştır. General Birdwood, General Monro’ya bağlı olmak üzere Gelibolu Müttefik Kuvvetleri Komutanlığı’na atandı.
Kesin karar 7 Aralık 1915 tarihinde verilmiştir. Arıburnu ve Anafartalar Cepheleri’ndeki Müttefik kuvvetler, Selanik Cephesi’ne kaydırılmış, Seddülbahir Cephesi’ndeki kuvvetler ise yerlerinde kalmışlardır.
Tahliye işlemleri 10 Aralık 1915 tarihinde başladı. Gizlilik sağlanması amacıyla tahliye sadece geceleri yapılmıştır. Bir grup asker gündüzleri sahile çıkarılıyor, cepheye doğru yürüyüşe geçiyorlardı, bu askerler geceleyin tahliye ediliyor ertesi gün yine sahile çıkarılıyordu. Sahile indirilen boş cephane sandıkları katırlarla siperlere taşınıyordu. Son birlikler, postallarının üstüne çorap giyerek siperlerinden ayrılıp sahile yürüdüler, iskeleye battaniyeler serilmişti. 19 Aralık 1915 akşamı son asker de cepheden ayrılmıştır. 20 Aralık 1915 sabahı götürülemeyen malzeme sahilde ateşe verilmiş, Osmanlı siperleri altına kadar uzanan tünellerde toplam bir ton kadar dinamit ateşlenmişti.
Anafartalar ve Arıburnu Cephelerinin tahliyesinin hemen ardından Lord Kitchener’in, Seddülbahir Cephesi’ndeki birliklerin yerinde kalması yönündeki kararı, “ne amaçla kalması” açısından sorgulanmaya başlanacaktır. Sonuçta, 27 Aralık 1915 tarihinde bu bölgenin de boşaltılmasına karar verilir. Kuşkusuz bu hatalı bir gecikmeydi. 20 Aralık’tan itibaren Osmanlı tarafı, hiç olmazsa Seddülbahir Cephesi’ndeki Müttefik askeri varlığını elden kaçırmamak için mevcut kuvvetleri güney hattına kaydırmaya başlamıştır. özellikle 240 mm.lik ve daha sonra gelen 150 mm.lik top bataryaları Seddülbahir Cephesi’nde konuşlanıp ateşe başlamışlardı. Yine de büyük bir ustalıkla sürdürülen tahliye işlemleri 9 Ocak 1916 sabahı, saat 03:20’de tamamlanmıştır. Otuzaltıbin asker, dörtbin nakliye hayvanı –gemilere alınamayan yüzlerce at, kuzeyde olduğu gibi, öldürülmüştü- 127 top ve ikibin ton ikmal malzemesinden taşınabilenler, gemilere yüklenmişti. Taşınamayan malzeme ise yine kuzeyde olduğu gibi sahilde büyük yığınlar halinde ateşe verilmişti.
Mondros Mütarekesi’nin imzalandığı 30 Ekim 1918 tarihinin ertesinde, 6 Kasım 1918’de İngilizler Gelibolu’yu işgal ederek Merkez Tahkimatı’na el koymuşlardır.
Mareşal Liman Von Sanders, 25 Nisan akşamından itibaren diğer bölgelerdeki Osmanlı birliklerini Arıburnu ve Seddülbahir Cephelerine kaydırmaya başlamıştı. 28 Nisan 1915 tarihinde Seddülbahir Cephesi’nde de tüm Müttefik askeri karaya çıkartılmıştı ve ileri hareketleri Osmanlı birlikleri tarafından durdurulmuştu. General Sır Ian Hamilton’un elindeki tüm kuvvet budur ve ihtiyatı da yoktur. Osmanlılar ise diğer bölgelerden kaydırdıkları kuvvetlerce takviye edilmektedirler. Her geçen gün, Hamilton’un harekâtı başarıyla sonuçlandırma olanağını sınırlamaktadır. Gerek İngiliz gerek Fransız üst rütbeli subayları, Batı cephesinden kuvvet aktarılmasına karşı çıkmaktadırlar. Gelibolu harekât alanına, ikinci öncelik verilmektedir. Ancak Lord Kitchener Gelibolu’daki birlikleri takviye etmeye karar vermiştir. Mısır’daki 42. Tümen 28 Nisan da gemilere bindirilmeye başlandı. Fransızlar da 30 Nisan da General Bailloud komutasındaki 156. Tümen’i, Doğu Sefer Kolordusu’nun 2. Tümen’i olarak Gelibolu’ya gönderme kararı almıştır. Oysa Alman Amiral von Tirpitz daha gerçekçi değerlendirmelerde bulunmakta, “Çanakkale Boğazı düşecek olursa savaş aleyhimize sonuçlanmış olacaktır” demektedir.
Müttefiklerin Gelibolu Seferi'ne eklenen yeni takviyelerle üçüncü bir cephe açılmasına karşın kara harekâtı Müttefikler açısından bir sonuç getirmemiş, Osmanlı kuvvetlerinin direnci karşısında cepheler yeniden kilitlenmiştir. Bulgaristan'ın 14 Ekim 1915 tarihinde İttifak Devletlerine katılmıştır. Almanya ile Osmanlı arasında Balkanlar üzerinden bir demiryolu hattı 29 Ekim tarihinde işlemeye başlamıştır.
Bu tarihten üç gün sonra General Ian Hamilton görevden alınarak yerine General Charles Monro atanmıştır. Monro cephede yaptığı incelemelerin ardından 3 Kasım 1915’de İngiliz Yüksek Savunma Konseyi’ne cephe hakkındaki görüşünü, “Gelibolu tahliye edilmelidir” şeklinde bildirmiştir. Bu kolay alınacak bir karar değildir. 6 Kasım 1915 günü İngiliz Savaş Bakanı Lord Kitchener Gelibolu’ya gelmiştir. 15 Kasım’da Lord Kitchener’in kararı Seddülbahir Cephesi dışındaki diğer iki cephedeki askerlerin tahliye edilmesi yönündedir. Ertesi gün 16 Kasım’da Müttefiklerin Selanik Cephesi de General Monro’ya bağlanmıştır. General Birdwood, General Monro’ya bağlı olmak üzere Gelibolu Müttefik Kuvvetleri Komutanlığı’na atandı.
Kesin karar 7 Aralık 1915 tarihinde verilmiştir. Arıburnu ve Anafartalar Cepheleri’ndeki Müttefik kuvvetler tahliye edilerek Selanik Cephesi’ne kaydırılmış, Seddülbahir Cephesi’ndeki kuvvetler ise yerlerinde kalmışlardır. Bu cephedeki kuvvetlerin tahliyesine 27 Aralık 1915 tarihinde karar verilmiştir. Tahliye işlemleri 9 Ocak 1916 sabahı tamamlanmıştır. Böylece Gelibolu Muharebeleri Osmanlı kuvvetlerinin zaferiyle sonuçlanmıştır.

Savaşın Sonuçları

Savaş sonrası Alman İmparatoru II. Wilhelm'in Çanakkale Ziyareti (soldan sağa Esat Paşa, II. Wilhelm, Enver Paşa, Vizeadmiral Johannes Merten)
Çanakkale Cephesi’nin deniz harekatı (Boğaz’ın zorlanması), kuşkusuz sıradan bir askeri harekat ya da muharebe olayı değildir. Boğazlar, konumu ve tarihi önemi itibariyle, İstanbul Karadeniz kapısı, Çanakkale de Ege Denizi kapısı olarak, geçmişte taşıdıkları ve çağımızda taşımakta oldukları stratejik önem ve değer açısından daima birlikte mütalaa edilmiş ve edilmektedir.
Her iki boğaz, klasik ve dar çerçevede sadece Akdeniz’i Karadeniz’e, Avrupa’yı Asya’ya bağlayan su geçitleri ya da köprüler değil, Akdeniz’in öteki önemli su geçitlerinden Cebelitarık ve Süveyş kanalı ile de bütünleşerek, dünyanın büyük denizlerini (Atlas ve Hint okyanusu gibi) ve büyük kıta kara parçalarını birbirine bağlayan, daha geniş anlamdaki jeopolitik konumuyla, dünya siyaset ve iktisadiyatı üzerine olan etkilerini bu gün de korumaktadır. Bu nedenlerledir ki, Türk Boğazları, uluslararası ilişkilere yön vermede daima odak noktası olmuşlardır.
Gerçekten tarihin eski dönemlerinden beri ön planda, Avrupa ve Asya ülkeleri arasında başlamış olan ekonomik, ticari ve siyasi ilişkilerle, askeri hareketler, sürekli olarak Boğazlar bölgesinde cereyan etmiştir. Başka bir deyişle Boğazlar, dünyanın diğer parçalarında pek görülmemiş ardı arkası kesilmeyen mücadelelere sahne olmuştur.
Boğazların tarihin akışı içindeki stratejik durumu ve jeopolitik konumuyla ilgili yukarıdaki kısa açıklamaların ışığı altında, Çanakkale Muharebelerinin sonuçları üzerindeki değerlendirmeler, kuşkusuz daha bir önem ve anlam taşıyacaktır. Böylesine bir değerlendirmenin daha gerçekçi ve sağlıklı olabilmesi ise, büyük devletlerin Türk Boğazları üzerindeki ulusal emellerine kısaca da olsa, bir göz atılmasını gerektirir.
Birinci Dünya Harbi öncesinin başlıca büyük devletlerinden Almanya’nın, “Drang Nach Osten (doğuya doğru) politikası”, Rusya’nın ılık denizlere ulaşma emelleri; İngiltere’nin, “denizlere egemen olan dünyaya hakim olur” teorisine dayanarak, özellikle XIX. yüzyıldan bu yana güttüğü Rusya’nın Akdeniz’e çıkmasını engelleme siyaseti, hep Türk boğazlarında düğümlenmektedir.
Boğazların bu tartışma götürmez önemi konusunda Napolyon “İstanbul bir anahtardır. Istanbul’a egemen olan dünyaya hükmedecektir. Eğer Rusya, Çanakkale Boğazı’nı ele geçirecek olursa, Tulon, Napoli ve Korfu kapılarına dayanmış olacaktır” [431) demekle, Fransa’nın Boğazlar üzerindeki duyarlılığını açık seçik ortaya koymuş olmaktadır.
Rusya’nın görüşüyse, Genelkurmay Başkanı Kropatki’nin bir raporunda; XX. yüzyılda Rusya’nın en önemli işinin, Istanbul Boğazı’nı ele geçirmek olduğuna işaretle, Osmanlı Devleti’ni, Boğazı Rusya’ya bırakmaya hazırlamalı ve Almanya ile anlaşma yapmalıdır” şeklinde ifadesini bulmaktadır.
Büyük devletlerin Boğazlar üzerindeki kısaca açıklanan bu emelleri, onları kendi aralarında da gizli birtakım mücadelelere yöneltmiştir.
Nitekim, Rus Dışişleri Bakanı Sazanof, Çar tarafından da onaylanan bir raporunda; “Boğazların güçlü bir devletin eline geçmesi, tüm Güney Rusya’nın ekonomik hayatının, o devletin egemenliği altına girmesidir” demekte ve bu durumun önlenmesi için, Istanbul’un alınmasını önermektedir.
Öte yandan Kasım 1911’de Rusya’nın, Osmanlı Hükümeti’ne Boğazlar üzerindeki istekleriyle ilgili bir notasından haberdar edilen Ingiltere ve Fransa, Rus isteklerini reddetmişlerdir.
Keza Rusya’nın bu ve buna benzer çeşitli tarihlerdeki yinelenen daha birçok istek ve baskılarının birbirini izlemesi, Osmanlı Devleti’nin Birinci Dünya Savaşı’nda Merkez Devletleri safına kaymasında büyük bir etken olmuştu.
Işte Boğazlar üzerindeki bu gizli çıkar çatışmalarıdır ki, Ingiliz ve Fransızlar’ı Istanbul’u almaya ve Ruslar’dan önce Karadeniz Boğazı’na el atmaya yöneltmiş ve Çanakkale Cephesi’nin açılmasında başlıca etken olmuştur.Ruslara silah ve malzeme yardımı sorunuysa, savaşın sadece görünüşteki nedenini oluşturmuştur.
Böylece büyük devletlerin Türk Boğazları üzerindeki tarihi emellerini ortaya koyarken, bu devletlerden Ingiltere’nin bu cephenin açılmasında birinci derecede aktif rol aldığını da belirtmek doğru olur.Nitekim Ingiliz Donanma Bakanı Churchill, cephenin açılmasında büyük çaba göstermiş ve etkili olmuştur.Gerçekten o, bu cephenin açılmasının baş mimari olmuş, Türklerin askeri gücünü ciddiye almamış, olayı basit ve sadece “sınırlı bir cezalandırma hareketi” olarak görmüştü. En güçlü ve modern silahlarla donatılmış zırhlılarının Boğaz’da görünüvermesiyle, Türklerin direnmekten vazgeçeceğini sanmıştı.
Kuşkusuz bu büyük bir yanılgıydı. Ingilizler, Çanakkale’deki Türk savunmasını ve askerini sadece matematiksel ölçülere vurup, onun yüksek manevi gücünü görmezlikten gelerek, büyük bir hesap hatasına düştüler ve sonunda, önce denizde, sonra da karada hiç de beklemedikleri amansız cevabı aldılar.Böylece onlar, zaferi Boğaz’da, Türk top ve mayınlarına, karada Türk süngüsüne bırakarak çekilip gittiler.
Anlaşma Devletleri’nin Çanakkale serüveni bu suretle noktalandıktan sonra, yukarıdaki açıklamaların ışığı altında, Türkiye ve uluslararası politika ve diplomasi tarihi açısından ortaya koyduğu önemli sonuçları da şöylece özetlemek mümkün olur.

Savaşın Sonrası ve Etkileri

Toplumsal Etkileri

Çanakkale Savaşları, ilgili bütün ulusları derinden etkilemiştir. Avustralya ve Yeni Zelanda'da Anzak Günü adıyla her yıl düzenli bir seremoni tekrarlanır. Ayrıca Avustralyalı ve Yeni Zelandalılar o gün toplanarak Gelibolu Yarımadası'ndaki Anzakların (ANZAC: Australian and New Zealand Army Company) çıkarma yaptıkları Anzak Koyu'na gelerek atalarının savaştıkları bu yeri ziyaret ederler.
Çanakkale Savaşları, özellikle de Avustralya ve Yeni Zelanda'yı etkilemiştir. Bu savaştan önce bu iki ülkenin vatandaşları Britanya İmparatorluğu'nun yenilmez üstünlüğünden emindiler ve böyle bir imparatorluğun onları askeri seferlere çağrısından büyük onur duymuşlardı.[109] Bir propaganda posterinde yer alan Anzak üniforması giymiş bir çocuğun "Baba, Büyük Savaş'ta sen ne yaptın?" sorusu onları şüphesiz etkilemiştir. Ancak Gelibolu Savaşı onların bu büyük güvenini derinden sarsmıştır. Anzaklar için Gelibolu Savaşı'nın önemi çok büyüktür, Gelibolu'dan ayrılan Anzaklar savaşın başka cephelerinde savaşmaya gönderilmişler ve gittikleri her yeri Gelibolu'da yaşadıklarıyla karşılaştırmışlardır. Ülkelerine döndüklerinde kahraman gibi saygı görmüşler ve gözlerindeki Britanya İmparatorluğu'nun sonsuz gücü büyük bir yara almıştır. 1 Ocak 1901'de Avustralya Federasyonu kurulmuş, Avustralyalılar on yıllık bir süreçte seçme ve seçilme ile temsil edilme haklarını elde etmişlerdir. Böylece Britanya İmparatorluğu'nun altında bir Avustralya Devleti doğmuştur. Günümüz Avustralya tarihi böyle anlatsa da bu ülkenin gerçek psikolojik bağımsızlığı Gelibolu olarak görülür.[109] Her yıl çıkarmanın yıldönümü olarak 25 Nisan'da Anzak Günü adıyla anma törenleri düzenlenir ve o gün Avustralya ile Yeni Zelanda'da ulusal tatildir.
Atatürk'ün Gelibolu Savaşı'nda Türk toprakları üzerinde ölen ve mezarları Türk topraklarında bulunan ANZAK asker analarına gönderdiği mesajın yer aldığı anıt, Gelibolu (1934)
Canberra'da Kemal Ataturk Memorial[110] ve Yeni Zelanda'nın Wellington'un Tarakina Koyu'nda Ataturk Memorial[111] adlarında anıt dikildi.
Mustafa Kemal Atatürk'ün 1934 Anzak Kutlamaları sebebiyle gönderdiği mesaj ülkeler arası dostluğu pekiştirmiştir:
"Bu Memleketin toprakları üstünde kanlarını döken kahramanlar! Burada dost bir vatanın toprağındasınız. Huzur ve sükun içinde uyuyunuz. Sizler Mehmetçiklerle yanyana koyun koyunasınız. Uzak diyarlardan evlatlarını harbe gönderen analar! Gözyaşlarınızı dindiriniz. Evlatlarınız bizim bağrımızdadır, huzur içindedirler ve huzur içinde rahat rahat uyuyacaklardır. Onlar bu toprakta canlarını verdikten sonra artık bizim evlatlarımız olmuşlardır."[112]
Türkiye Cumhuriyeti kurulduktan sonra İngiliz ve Fransız donanmalarının geri püskürtüldüğü 18 Mart, Çanakkale Şehitlerini Anma Günü olarak ilan edilmiştir.
Dünyada ise bu savaş, askeri beceriksizlik ve felaket sembolü olarak sayılmıştır. Eric Bolge tarafından yazılan savaş karşıtı şarkısı "And The Band Played Waltzing Matilda" bu savaşla ilgilidir.[113]

Saltanatın kaldırılması

Vikipedi, özgür ansiklopedi
(Saltanatın Kaldırılması sayfasından yönlendirildi)
Atatürk Devrimleri
Ataturk-September 20, 1928.jpg
Saltanatın kaldırılması veya padişahlığın kaldırılması, Türkiye Büyük Millet Meclisinin 1 Kasım 1922'de kabul ettiği "Osmanlı İmparatorluğu münkariz olduğuna dair" 308 numaralı kararname ile gerçekleşmiştir. Kararname, ilga hükmünü geriye yürüterek "İstanbul'daki şekli hükumetin 16 Mart 1920'de tarihe intikal ettiğini" bildirmiştir.[1] Aynı gün alınan bir başka Meclis kararıyla 1 ve 2 Kasım günleri milli bayram ilan edilmiştir.
Kararnamenin ilanından sonra sadrazam Tevfik Paşa başkanlığında 4 Kasım günü son toplantısını yapan Osmanlı hükümeti istifasını padişaha sunmuştur. 5 Kasım'da Ankara hükumetinin İstanbul'daki temsilcisi Refet Paşa (Bele) tüm bakanlık müsteşarlarını Divanyolu'ndaki Şark Mahfilinde toplayarak her türlü faaliyete son vermelerini tebliğ etmiştir. 7 Kasım'da Babıali'deki başbakanlık dairesi resmen boşaltılmış ve Osmanlı Devleti'nin resmî gazetesi olan Takvim-i Vekayi'nin yayınına son verilmiştir.
Şeklen "halife" ünvanını koruyan VI. Mehmet Vahidettin 10 Kasım'da son Cuma selamlığına katılmış, ancak yaşamına ve özgürlüğüne yönelik tehditleri gerekçe göstererek 17 Kasım sabahı Boğaziçi'nde demirli bulunan İngiliz zırhlısı Malaya'ya sığınmıştır. Bunun üzerine 19 Kasım'da TBMM, veliaht Abdülmecid Efendi'yi halife ilan etmiştir. 3 Mart 1924'te çıkarılan bir kanunla halifelik de lağvedilmiş ve tüm Osmanlı hanedanı mensupları yurt dışına çıkarılmıştır.

Atatürk'ün Görüşleri

Mustafa Kemal Paşa, saltanatın kaldırılması müzakerelerinde şunları söyler[kaynak belirtilmeli]:
"Hakimiyet ve saltanat hiç kimse tarafından hiç kimseye, ilim icabıdır diye müzakereyle, münakaşa ile verilemez. Hakimiyet, saltanat kuvvetle, kudretle ve zorla alınır. Osmanoğulları zorla Türk milletinin hakimiyet ve saltanatına vaziülyed olmuşlardı. Bu tasallutlarını altı asırdan beri idame eylemişlerdir. Şimdi de, Türk milleti bu mütecavizlerin hadlerini ihtar ederek, hakimiyet ve saltanatını isyan ederek kendi eline bilfiil almış bulunuyor. Bu bir emrivakidir. Mevzubahis olan, millete saltanatını, hakimiyetini bırakacak mıyız, bırakmayacak mıyız meselesi değildir. Mesele zaten emrivaki olmuş bir hakikati ifadeden ibarettir. Bu behemehal olacaktır. Burada içtima edenler meclis ve herkes meseleyi tabiî görürse, fikrimce muvafık olur. Aksi takdirde, yine hakikat usulü dairesinde ifade olunacaktır. fakat ihtimal bazı kafalar kesilecektir."
Atatürk, Nutuk'un hadiseyi anlatan bölümünde [2] saltanatın kaldırılmasının genel ve düşünsel nedenlerine değinmez, ancak bir dizi sert ifade ile padişah ve sadrazamın uzaklaştırılmasını haklı gösterir: "Bütün menfaatlerini mülevves bir tahtın, çürümüş, çökmüş ayaklarına sarılmakta gören...", "idrakten mahrum, vicdandan mahrum, birtakım insanlar...", "ahmakça teklifat...", "sefil... adi bir mahluk... alçak...", "Aciz, adi, his ve idrakten mahrum..." [3]

Saltanatın İptaline Giden Süreç

Saltanatın kaldırılmasına doğrudan doğruya yol açan olay, Kurtuluş Savaşı'nın başarı ile sonuçlanmasından sonra toplanması öngörülen barış konferansına Ankara ve İstanbul hükümetlerinin birlikte davet edilmeleridir.
17 Ekim tarihli bir telgrafla sadrazam Tevfik Paşa barış konferansında ortak bir tavır belirlemek amacıyla Mustafa Kemal'e başvurmuştur. 20 Ekim tarihli, Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanlığına hitap eden ikinci bir telgrafta Tevfik Paşa Babıali ile Büyük Millet Meclisi arasında amaç bakımından tam bir birlik olduğunu, Sevr Antlaşmasını iptal ettirmek ve işgalin sonuçlarını ortadan kaldırmak için beraberce mücadele edildiğini belirterek ulusal birliğin önemini vurgulamış ve vatan uğruna kişisel hırslardan vazgeçilmesi gerektiğini belirtmiştir.[4] 28 Ekim'de İtilaf Devletleri İsviçre'nin Lozan kentinde toplanacak olan konferansa İstanbul ve Ankara hükûmetlerini resmen davet etmiştir. Bunun üzerine iki gün sonra toplanan TBMM, İstanbul hükûmetinin tasfiyesine yönelik 82 imzalı karar tasarısını görüşmüşse de aynı gün sonuç alamamış, ancak 1 Kasım tarihli toplantıda Mustafa Kemal'in sert müdahalesi üzerine saltanatın kaldırılmasına karar vermiştir.
Mustafa Kemal'in ifadesine göre milletvekillerinin birçoğu saltanatın kaldırılması kararına karşı çıkmışlardır. Bakanlar kurulu başkanı Rauf Bey (Orbay) başta karşı çıktığı karara 29 Ekim'de Mustafa Kemal ile görüştükten sonra taraftar olmuştur. Buna karşılık liberal görüşleriyle tanınan Mersin vekili Selahattin Bey (Köseoğlu) sonuna kadar karara muhalif kalmıştır. Oylama sırasında bağırışarak açık oy ve sayım isteyen milletvekillerine rağmen sayım yapılmamış ve kararın oy birliği ile alındığı ilan edilmiştir.[5]
Gerek Rauf gerek Selahattin Beyler daha sonra kaleme aldıkları anılarında, cumhuriyete prensip olarak karşı olmadıklarını, ancak padişahlığı kişisel diktatörlük eğilimlerine karşı bir engel olarak gördükleri için kaldırılmasına muhalif olduklarını anlatırlar.
Hıyanet-i Vataniye Kanunu'nda 15 Nisan 1923'te yapılan bir değişiklikle, Saltanatın lağvına dair kararnameye karşı sözle ve basın yoluyla muhalefet etmek vatan hainliği kapsamına alınmış ve idamla cezalandırılmıştır.